Ahmed Emin Batman’la Görsel Sanatlar ve Değerler Üzerine
Cuma, Ocak 5, 2024Sessizlerin sesi eserlerimde görebildiğim şeyler. Türkler olarak Hollanda’da azınlığız ve Türk kökenli çok sanatçı yok. Bu da benim sanata başlamama vesile olan etkenlerden biri. Hollanda’nın en büyük Modern ve Çağdaş Sanatlar Müzesinde çalışıyordum; burada benim kültürümü, altmış yıldır Hollanda’da bulunan bir toplumu yansıtan hiçbir eser yok, sembol yok, koleksiyonda bir parça bile yok. Buradan yola çıkarak sessizlerin, Hollanda’daki Türklerin sesi olmaya karar verdim…
Söyleşi: Ecem Tuba Hızarcı
“Benim için önemli olan eserin hikâyesi.”
(Ahmed Emin Batman)
1. Daha önce verdiğiniz bir söyleşide müzede eserlerinizi inceleyen ziyaretçileri uzaktan izlediğinizi söylemişsiniz. Buradan başlayalım istiyorum, eseri yapan göz, sanatçı gözü ama eserini izleyenleri izleyen göz hangi göz? Bu insani bir merak mı yoksa sanatkâr eserinin etkisini her daim tecessüs eder mi?
Çok güzel bir soru. Sadece kendi eserlerime değil, genel olarak insanlar bir esere baktığında acaba eser onlarda ne çağrıştırıyor, bu beni çok ilgilendirmiştir. Çünkü herkes kendi hayatını, kendi tecrübesini, kendi referansını, hayat tecrübesini birlikte getiriyor o müzeye, o sergiye. Herkes farklı bir anlam çıkarabiliyor eserden ve aynı zamanda bir kişi, benim eserlerime baktığında acaba onlarda ne duygular uyandırıyor? Onları hangi dünyalarda hissettiriyor? Merak buradan kaynaklanıyor aslında.
2. Çektiğiniz fotoğraflarda nelere dikkat ediyorsunuz?
Mimarlık okuduğum için mimari anlamda estetiğe dikkat eden birisiyim. Estetiğe ve kadraja ne aldığıma çok dikkat ederim, kontrast ve çelişkiyi çok severim. Genel olarak hayatımda da, belki Hollanda’da doğup büyümenin vermiş olduğu bir şey de olabilir bu: Sonuçları zorlamayı severim. “Kültür nedir?” sorusu çok geniş bir kavramdır ama fotoğraflarımda genel kültürde sınırda olan şeylere odaklanmaya severim. Kendi kültürümü, Türk kökenimi -ama bir o kadar da Hollandalıyım- Hollanda tarafımı sentezleyen Batı ve Doğu’yu birleştiren eserler ortaya çıkarmaya dikkat ediyorum. Temalarım bunlar üzerinde.
3. Sizi çok etkileyen bir fotoğraf ve bir resimden bahseder misiniz?
Ben deprem bölgesine gönüllü tercüman olarak gittim, orada amacım sadece sanatımı icra edip bunu dünyaya göstermek değildi. İlk baştaki hedefim çok kültürlü bir yerde, farklı dillerle birlikte büyümenin getirdiği tecrübeyi; aileler, depremzedeler ve kurtarma ekipleri arasında tercümanlık yaparak kullanmaktı. Ama ben orada, kendime şunları söyledim: Ben sanatçı olarak bunu kayıt altına almalıyım, bunu dünyaya duyurmam, bir şekilde tekrar yaşanmaması için insanların gözüne gözüne sokmam gerekiyor diye içten bir duygu oluştu bende. O yüzdendir ki Zelzele Serisi ve Sesimizi Duyuyor Musun? belgeselini çektim. Zelzele serisine ait, Body Bag (Ceset Torbası) adında fotoğrafım, beni şu ana kadar en çok etkileyen fotoğrafım. Çünkü bu fotoğrafta kaosu görebiliyoruz. Bu fotoğrafta bir kurtarma ekibinin namaz kılışını görüyoruz. Aslında o kadar kargaşanın ve kaosun içerisinde bir nebze de olsun umut aşılayan bir fotoğraf – bu kendi yorumum ama farklı yorumları da merak ediyorum- o kaosun içerisinde bu umudu aşılamak bana çok iyi gelmişti. O an, bir kurtarma ekibinin ceset torbası içerisinde namaz kılışını görmek o bahsettiğim kontrastı ifade ediyor. Bu fotoğraftan birkaç dakika sonra maalesef bir ceset çıktı; bu hayatın da bir parçası: Hayatta her şey güllük gülistanlık değil. Olmaması gerekiyordu, keşke daha başka önlemler alınabilseydi ama bu hazin şartlarda böyle bir umut aşılayabilmek bana da çok umut verdi.
4. Birçok sanat alanıyla ilgileniyorsunuz. Sizin için aralarında bağlar var mı? Nasıl bağlar bunlar? Sanatlarınız iletişime geçiyor mu?
Fotoğraf ve video, yani filmin tabii ki bir bağlantısı var. Video, film, bir fotoğrafın hareketli şekli ve bazı durumlarda vermek istediğim duyguyu fotoğrafla yakalayamadığım için videoyu, filmi tercih ediyorum fakat bazı durumlarda ise fotoğrafın daha uygun olduğunu, o anı çekmek istediğim için öyle tercih ediyorum. Fotoğraf çekerken başka şeyler kadar mimari açılar da çok önemli, film için de mimarlık çok önemli bir unsur. Hat sanatında ise hep estetik ön plana çıkıyor ve tüm bu sanatların birbiriyle alakası var, özellikle estetik, kadraj, bakış açısı anlamında beraber ilerliyor.
5. Hat sanatıyla çalışma fikrinizin kaynağı nedir?
Hollanda, Amsterdam’da doğup büyümüş biri olarak, yaz tatillerinde Türkiye’ye gittiğimde ziyaret ettiğim camiler beni her zaman çok büyülemiştir. Belki de mimarlık okumamın sebeplerinden biridir. Özellikle İstanbul’daki Mimar Sinan’ın eserleri her zaman benim için büyük bir ilham kaynağı olmuştur. Bu camilerde hat sanatı ön plandadır, caminin mimarisine bakarken hat sanatını es geçmek mümkün değil. Caminin mimarisini incelerken hat sanatı da her zaman ilgimi çekmiştir, bana çok estetik gelmiştir. Şu an koşullar farklı olsa da o zamanlar yaşadığım yerde maalesef eğitim alma imkânım yoktu, kendi kendime bir şekilde öğrenerek hat ustası olmasam da hat sanatında uyarlama yapacak seviyeye geldim. Temel kurallar var hat sanatında ama kuralları kim belirler? Bazen sınırların dışına çıkarak uyarlama yapmayı seviyorum.
6. Van Gogh’un eserlerini çalışmalarınızda sıklıkla görüyoruz, bunun sebebi nedir?
Van Gogh, Hollanda’nın en ünlü sanatçısı diyebilirim, dünya çapında da belki ilk üçe girer. Van Gogh’un hayat hikâyesi ve eserleri beni her zaman etkilemiştir, Van Gogh küçüklüğünden beri sanatla ilgilenen birisi değilmiş. Bu kötü mü iyi mi herkes kendince yorumlayabilir ama Türk toplumunda her zaman bir acele vardır; “ne okuyacaksın?”, “ne zaman evleneceksin”, “ne yapacaksın” gibi sorular insanın hayatında bir rota oluşturuyor ve bu rota bir süre sonra risk almanın ve hayatımızda önemli değişiklikler yapmanın önüne geçiyor. Van Gogh, yirmi yedi yaşında sanat eğitimine başlıyor, o yaşa kadar bu işi ciddi olarak yapmamış, farklı işler yapmış. Bu beni her zaman etkilemiştir: Ne yaşta olursan ol kalbinin daha hızlı attığı yere meyletmeyi, ruhunun sesini dinlemeyi ihmal etmemelisin mesajı vermiştir bana Van Gogh. Bu en büyük ilham kaynağım.
7. Van Gogh’u “Doğu”yla tanıştırmak nasıl bir duygu? Doğu ve Batı’yı sanatla bu şekilde birbirine bağlamak sizin sanatçı kimliğinizde neleri ifade ediyor?
Şöyle bir soru da akla gelebilir: Türkiye, Doğu mu? Türkiye ortada bir yer, ben de tam bunu vurgulamaya çalışıyorum. Türkiye bir bölümü Avrupa bir bölümü Asya’da olan bir ülke, o da Türkiye’nin özelliği diye düşünüyorum. Birçok kültürün bir arada yaşadığı Türkiye bu sentez meselesini sembolize ediyor. Hem Hollandalı sanatçılardan hem Türk sanatçılardan aldığım ilhamlar birlikte sentezleniyor ve ortaya eserler çıkıyor. Eserlerimde hem Batı hem Doğu duygularını ve sanatlarını birleştirmeye çalışıyorum.
8. Sanatınızı hangi kavramlarla özdeşleştiriyor ya da birleştiriyorsunuz? Açıklayabilir misiniz?
Kontrast, çelişki, kültürler arası sentez, İngilizcede kullanılan ve maneviyat diye yorumlayabileceğimiz “spirituality”, mimarlık ve göç, eserlerimde bulunan temalar.
9. Bir sanatkâr olarak beslendiğiniz, sizi üretken kılan kaynaklar nelerdir?
Öncelikle sergileri gezmeyi çok seviyorum, ilgimi çeken sanatçıların eserlerine bakıp ilham almayı çok seviyorum ve bu içten gelen bir duygu. Ben bunun için doğmuşum, Allah’ın beni bunun için yarattığınıdüşünüyorum ve bu hayatı yaşayabildiğim için çok mutluyum ve şükür ediyorum. Şu an hayal ettiğim hayatı yaşıyorum ve bu çok anlamlı bir duygu, ilham tabii ki de alıyorum ama bir o kadar da üretmeden duramıyorum ki ben. Her zaman, yürürken etrafa bakınıyorum, çiçekler, böcekler, mimari, insanları çok izlerim: “Nasıl iletişime geçiyorlar ?”, “Toplum nasıl ilerliyor ?”, “Sosyo-kültürel durumlar nasıl ?”, yeni bir şehri gezdiğimde de buna çok dikkat ederim. Gezdiğimde, bir rota oluşturduğumda çoğunlukla farklı sokaklara girer, yeni keşiflere açık olurum, çünkü bunu yaparken beynimi hep çalıştırıyorum.
10. Ülkemizi sarsan depremden sonra “Momento Diem” çalışmanız oldu, bize biraz bu çalışmadan bahsedebilir misiniz? Nasıl gerçekleşti? Fikir nasıl doğdu?
Momento Diem, “Momento Mori” ve “Carpe Diem”’in sentezi, burada yine bu sentezi görebiliriz. Momento Diem “ölümü hatırlamak”, Carpe Diem ise “yaşamı kutlamak” demek ve deprem bölgesinde bulunurken ölüm çok ön plandaydı fakat yaşam ve yaşamı kutlamak, o betonlardan, oradan bir yaşam çıkarmak da çok ön plandaydı: Herkes bunun peşinden koşuyordu. Bu eserle birlikte, insanlar acaba Momento Diem, Momento Mori ve Carpe Diem arasındaki spektrumunda kendilerini nerede konumlandırıyorlar? Daha çok Momento Mori mi Carpe Diem mi? sorularına cevap aradım. Bu sorunun doğru veya yanlış cevabı yok, sadece bir çağrıştırıcı ve kendini nerede konumlandırıyorsun sorusu. Van Gogh müzesinde “Vincent Cuması” diye bir etkinlikte Vincent Van Gogh’un ölümü konu oldu. Bu konuya benim Momento Diem adlı eserimin uygun olacağını düşündüler ve bu şekilde sergilemek istediklerini söylediler. Bu, ülkemiz ve Türk toplumu adına çok değerli, çok onore edici bir andı kesinlikle.
11. “Sanat bir savaştır can vermeyi göze almalı.” diyor Van Gogh, Theo’ya Mektuplarında. Bu cümle hakkında ne düşünüyorsunuz? Hayat ve sanat aynı değerde olabilir mi, hayattan daha kutsal kabul edilen sanatın karşılığı nedir, faydası kimedir? Sanatta fayda gözetilmeli midir?
“Sanat bir savaştır can vermeyi göze almalı.” Bence öyle. İnsan hayatta risk almalı ve bu can vermekle belki de aynı şeye denk gelir. Özellikle gençler bence hayatta risk almalı, ne olabilir ki sonuçta? Ben hayatımda kendime hep şunu söylemişimdir: Keşke demek istemiyorum. Bir şeye başladığımda, yapmak istediğimde yaparım, belki de batarım ama batarsam da iyi ki de yaptım, bundan öğrendiğim şeyler var ve çıkarımlarımı iyi bir şekilde tekrar kullanabilirim, tekrar risk alabilirim.
Toplum bence sanatla da var oluyor, toplumun dünyaya da kartviziti sanatıdır. Bence biz Türklerin çok güzel bir kartviziti var aslında: Bizim geleneksel sanatlarımız, çağdaş sanatlarımız çok enteresan ve çok ilgi çeken, çok özgün eserler. Hollandalılarda şunu gördüm, sanat geçmişleri çok iyi fakat örnek alabileceğimiz şey sanatlarını pazarlama yöntemleri. Öz güven ve eserine güven çok önemli. Türk olarak da kültürümüze çok önem veriyoruz ama dünya çapında ne kadar tanıtabiliyoruz? En basit örnek laleler… Zamanında Osmanlı’dan Hollanda’ya gelen lalelerden bahsedince akla gelen ilk gelen Hollanda oluyor. Yine önemli bir örnek: Van Gogh, çok başarılı ve özgün bir sanatçı ama onun dünya çapında bilinmesini sağlayan reklamının iyi yapılması Toplum olarak ön plana çıkmamızda kültürün payı büyük. İnsanlarımız o yüzden kendine güvenmeli ve risk alıp adım atmalı.
12. Çok dilli ve çok kültürlü olmak sanatçı olarak sizde neleri ifade ediyor?
Ben kültüre çok değer veren birisiyim, özellikle kökene. Benim kökenim Türk, aynı zamanda da Hollandalıyım. Burada doğup büyümenin getirdiği farklı bir bakış açısı oluyor: Farklı kültürlere farklı bakış açısıyla bakmak mümkün oluyor. İki kültürden de sevdiğim karakteristik özellikleri benimsiyorum, bazen de benimsemiyorum. Bu alana girmek benim için bir riskti ama iyi ki de yapmışım ve bazı sınırları zorlamışım. Çok kültürlü olunca farklı gözlüklerle olaylara bakmak mümkün oluyor. Sadece Türkçe ve Hollandaca değil, farklı dillerde konuşan insanların dünyaya bakış açısı öyle farklı oluyor ki. “Bir dil, bir insandır” demiş büyüklerimiz, birçok dil bildiğimizde dünya vatandaşı hissediyoruz, her ortama bir şekilde uyum sağlayıp o ortamı benimseyebiliyoruz.
13. En sevdiğiniz Van Gogh eserini sizde çağrıştırdığı duygular ve düşüncelerle anlatabilir misiniz?
Korenveld met Patrijs eseri yani “Buğday Tarlası ve Keklik” bende nasıl duygular uyandırıyor… Bu eserde bir buğday tarlası görebiliyoruz ve tepesinde uçan tek bir kuş var. Kuş, yukarıya doğru uçmakta, ben o kuşta hep kendimi görürüm: Sürüden uzak, risk alıp kendi yolunu seçmiş yukarılara doğru uçan bir kuş. Her zaman çok sevdiğim bir eserdir, özgürlüğü, kendi yolunu seçmeyi, risk almayı ve sınırları aşmayı aşılayan ve umut veren bir eser olduğu için en çok değer verdiğim Van Gogh eseridir.
14. Bahsettiğiniz tablo ve anlattıklarınız Baudelaire’in Albatros’unu hatırlattı, şair gibi sizde sanatınızda yalnız hissediyor musunuz?
Bazen oluyor, kendim hakkında bunu söylemek zor: Başarı nedir? Kim başarılıdır? İnsanların beni başarılı addetmesini daha uygun bulurum. Ama bazen başarı yalnızlık demektir çünkü kuş yukarlarda yalnız uçuyor. Her zaman insanlar sizi anlamayabilir, sevmeyebilir, aynısı sizin için de geçerli. Önemli olan saygı çerçevesinde beraber yaşamak. Tabii ki bazen yalnız hissediyorum ama sevdiklerim Amsterdam’da, fikir alışverişi yapabildiğim sanatçı, arkadaşlarım var ama bazen yükselirken bazı ağırlıkları geride bırakmak gerekiyor. Bu bir iş veya insan ilişkisi olabilir ama bırakmak da çok önemli. Hollandalılardan bunu da öğrendim: Başkasına evet diyeceğim diye kendime hayır dememeye söz verdim çünkü yoksa olmuyor: Başkasını sevebilmek için önce kendini sevmek de buna dayanıyor aslında.
15. Baudelaire, döneminde fotoğrafı pek de sevmeyen bir yazar. Fotoğrafı, gerçeğin abartılmış bir aynası ve modernitenin getirdiği güvenilmez bir enstrüman olarak görmüş. Sizin için günümüzde fotoğraf hâlâ böyle mi? Aksine gerçeği ayarlayabileceğimiz bir sanat aracı değil midir fotoğraf? Bugün fotoğraf bir manipülasyon aracı olduğu kadar gerçekleri de yansıtabiliyor ve bazen sessizlerin sesi, görmeyenlerin gözü olabiliyor. İnsanın aklına ilk anda Kevin Carter’ın “Akbaba ve Çocuk” fotoğrafı geliyor. Neler söylersiniz fotoğraf ve gerçek arasındaki ilişkiye dair?
Sessizlerin sesi eserlerimde görebildiğim şeyler. Türkler olarak Hollanda’da azınlığız ve Türk kökenli çok sanatçı yok. Bu da benim sanata başlamama vesile olan etkenlerden biri. Modern ve Çağdaş Sanatlar Müzesinde çalışıyordum; Hollanda’nın en büyük çağdaş sanatlar müzesinde benim kültürümü, altmış yıldır Hollanda’da bulunan bir toplumu yansıtan hiçbir eser yok, sembol yok, koleksiyonda bir parça bile yok. İngilizcede çok güzel söylerler: “If you want change you gotta be the change.” Bütün bunlardan yola çıkarak sessizlerin, buradaki Türk toplumunun sesi olmaya karar verdim. Yine deprem bölgesinde, depremzedelerin sesi olmayı çalıştım. Sessizlerin sesi olmak sanırım içimden gelen bir şey.
Sanatçı kadraja istediği şeyi ekler, belki iki santim ileride daha gerçekçi olan bir durum vardır ama sanatçı kadraja özellikle başka bir görüntüyü alır. O anı gerçeklikle kadraja almak zordur ve her sanatçı bu gerçekliği farklı yorumlar; “gerçekçi olmak ister mi istemez mi?” bu görecelidir.
16. Sanat hayatınızda sizi çok etkileyen ve motive eden bir cümle var mı?
Birkaç cümle var: Mimar Sinan’ın “Yaptığın işi gönlünde hissedersen ırmaklar çağlar içinde.” Van Gogh’un “Kalbinin daha hızlı attığı, gönülden iş yapmanın anahtarı.” Gönülden iş yapmak, bu her zaman benim için ilham kaynağı olmuştur: Arkasında durduğum işlerin altına imzamı atmaya kendime söz verdim. Picasso’nun “Her çocuk sanatçı olarak doğar; esas sorun büyüdüğünde de sanatçı kalabilmektir.” Bazı şeyler empoze ediliyor. Dünyanın düzeni böyle, bu sadece Türk kültüründe değil. Peki, bu kuralları kim koyuyor? Neden böyle yapmamız gerekiyor? Ben, sınırların dışında da hareket etmeyi, içimizdeki sanatçıyı öldürmemeyi tercih ettim. Umarım insanlar kendi içindeki sanatçıdan kıvılcım kalmış olsa bile onu tekrar canlandırılabilir, tohumu filizlendirir çiçek açar.
17. Edebiyat ve resim arasındaki bağı nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir şeyi tasvir etmekle onu resmetmek ya da onun fotoğrafını çekmek nasıl benzeşiyor, nasıl ayrışıyor sizce?
Her sanatçı kendi sanat yöntemini kullanır. Bütün yolların Roma’ya çıkması gibi bir mesaj vermenin, sanata varmanın farklı yolları vardır. Tek doğru yoktur ve bir mesajı farklı sanat dallarıyla muhatabına ulaştırabilirsiniz. Birinin kalbi, gönlü, edebiyatla atıyorsa ve bir mesaj vermek istiyorsa mutlaka edebiyatla ilgilenmeli. Aynı şekilde mimarlıkla da bu mesajı verebilir. Fakat görsel sanatlar bazen daha ilgi çekici olabiliyor, özellikle “Gen Z” dediğimiz Z kuşağıyla birlikte medya hızla, görsel sanatın daha tercih edildiği bir yöne evriliyor. Bence özellikle böyle bir dönemde edebiyata daha da fazla önem verip o alanı diri tutmalıyız.
18. Yurt dışında yaşayan genç Türk sanatçılara neler söylemek istersiniz?
Genel anlamda Türk gençlerine bir tavsiyede bulunmak isterim: Risk alıp sevdiğiniz işi yapın. Bazen zor da olsa kalbinizin sesini dinlemeyi ihmal etmeyin; bu biraz klişe bir cümle olabilir ama düşünsenize aksi takdirde kırk yıl boyunca istemediğiniz bir mesleği yapacaksınız. Gerekirse biraz daha az kazanıp ama her sabah yüksek bir enerjiyle yatağınızdan kalkıp, iyi hissettiğiniz, sevdiğiniz bir işe gidebilmek, hobinizi işe çevirebilmek ne kadar güzel bir his. Şartlar ve durumlar farklı olabilir ama bence her insan her koşulda risk alabilir, bazı şeyler bizim elimizde, bizim de mücadele etmemiz gerekiyor.
19. Sizden bir ricamız olacak, aklınıza gelen üç eseri bizlerle paylaşabilir misiniz? Gelecek sayımızda yazarlarımız bu üç eserden ilhamla metinler ortaya çıkarabilir.
Çok güzel bir soru! Yves Klein’ın “Mavi” eserini birinci eser olarak sunmak isterim. Kendi eserlerimden, Pendemic Worship serimden, babamın yeşillikler içinde namaz kıldığı eseri sunmak isterim. Pandemi esnasında, Avrupa yolculuğumda çekmiş olduğum bu eser, “Müslümanların Allah’ı nasıl andığı” temasını içeriyor. Son eser olarak da Van Gogh’un “Arles’daki Yatak Odası”ndan ilham alabilirsiniz bakalım neler ortaya çıkacak.
20. Son olarak gelecek projeleriniz nedir?
Deprem bölgesinde bir öğlen vakti çocuklarla sanat atölyesi düzenlerken kalbim hızlı attı ve ben bunu yapmak istiyorum dedim: Burada bir mini müze düşünelim, tiny house ama müze şeklinde, daha estetik bir tiny house olacak. Kendim tasarladım, Amsterdam’da inşa edilecek. Avrupa’dan deprem bölgesine gidip orada sanat atölyeleri düzenlemeyi, oradaki çocuklarla birlikte sanatın gücünü tecrübe etmeyi, yaşadıklarını o anda unutabilmelerini hedefleyen atölye çalışmalarına imza atmayı düşünüyorum. Bunun dışında, seneye Amsterdam’ın 750. yılını ve Türkiye’den Hollanda’ya göçün 60. yılını kutlayacağız. Bu bağlamda Amsterdam Belediyesinin sanatçısı olarak şehirde yaşanan göçmen hikâyelerini resmedeceğim aynı zamanda bir belgesel hazırlığı içerisindeyim.