Ana Dili Baba Malı

Pazartesi, Ocak 6, 2025

İnsanın duygu ve düşüncelerini ifade ederken iki dil arasında biteviye salınıp durması, kâh bir nehir gibi coşkun, bazen sıradağlar gibi uyumlu, yeri geldiğinde bir orman misali sessiz, durgun ve huzurlu hissedebilmesi olağanüstü bir keyif.

Mimarlık okulunun atölyelere açılan iç avlusu... Dakikalar geçmek bilmiyor. Zaman sanki geçici bir süre kapsama alanı dışına alınmış, sigara dumanı ve tütün kokuları gibi boşlukta asılı duruyor. Okul binasını çevreleyen ormandaki kayınların arasından süzüle süzüle içeriye sızan ikindi vaktinin son ışıkları muzip bir inatla gözlerimi kamaştırıyor. Kıyıda köşede her biri kendi dünyasında birkaç öğrenci. Kimi gerginlikten yerinde duramıyor kimi umursamaz bir edayla telefonunu kurcalıyor.

Zaten alçak olan tavan sanki milim milim üzerime iniyor. Sessizlik beynimde uğulduyor, âdeta ruhum daralıyor. Neden bilmiyorum, daha konuşmaya başlamamışken boğazımın düğümlendiğini hissediyorum. Korkmuyorum, hiçbir telaşım yok, heyecanlı da değilim. Tek isteğim bir an önce sıramın gelmesi. Herhangi bir beklenti içinde olduğumdan değil hayır. Bir an evvel gerçekleşeceğinden adım gibi emin olduğum sahne ve diyalogların yaşanması akabinde arkama bakmadan oradan uzaklaşma isteği.

 O an, uzun bir gecenin sabahında derslerle cebelleştiğime bininci kez şahitlik eden anacığım geliyor aklıma: “Ne vardı sanki sen de herkes gibi kolay bir meslek seçseydin! Öğretmen olsaydın!” diye hayıflanmış sonra usulca mutfağa geçip kahvaltı hazırlamaya koyulmuştu. Herkes kimdi? Öğretmenlik hakikaten de vehmettiği gibi kolay bir meslek miydi? Çizim kâğıdının üzerine bulaştırdığım mürekkebe dalgın ve küskün bakarken aklımdan bunlar geçiyordu.

Altı üstü üç sayfalık “Mimarlık Alanına Olan İlginizin Kaynağı” konulu lisans bitirme teziydi benden beklenen. Proje ve mimarlık tarihi hocalarımız defaten uyarıp “Aman ha küçükken oynadığınız yapı oyunlarını sebep gösterip kendinize güldürmeyin!” diye tembihlemişlerdi yarı şaka yarı ciddi. Demek bu mantıkla hareket edecek olsak o pahalı ve rengârenk oyuncaklarla oynayamayanlarımız, çamur ve çakılla oynadıkları için de kendilerini bu bölümde bulduklarını öne süremeyeceklerdi. Zira bu da kuvvetle muhtemel hocalarımızın zihninde tersten ve fakat aynı etkiyi yaratacak lüzumsuz ve arzu edilmeyen birtakım duyguları depreştirecekti. Anlaşılan bu durum da istenmeyen bir hâldi.

İçeriden gelen kahkaha sesleriyle irkiliyor, beynime üşüşen bunca efkârla nasıl başa çıkacağımı ve dahası ne yapacağımı bilemeden kendime geliyorum. Nihayet benden önceki öğrencinin mülâkatı -bitmek bilmeyen muhabbete bakılırsa- olumlu bir şekilde sona eriyor. Proje hocamla göz göze geliyorum; “Gir.” der gibi kafasını sallıyor. Yüzündeki tebessümün sinsice soğuyuşuna, yüz hatlarının gerilerek silikleşmesine şahit oluyorum. Kendisinin çalışmalarımla ilgili kayıtsızmış gibi davranışını ve eleştirel bakışını, hep bir mantık ve tarafsız bir sebep sonuç ilişkisi içerisinde algılamaya, anlamaya çalıştım. Ancak son zamanlarda bundan vazgeçtim; bazen olmuyor, olması da gerekmiyordu. Diğer jüri üyesiyle aralarında konuşmaya devam ediyorlar. Bugün ilk defa gördüğüm hoca başını kaldırmadan önündeki tezleri düzenliyor. Nihayet bekleyecek bahane bulamıyor, çaresiz içeri giriyorum.

“Merakımı mazur görün; isminize bakılırsa yabancı uyruklu bir öğrencisiniz sanırım.” diye konuya giriyor kendisini felsefe hocası olarak tanıtan kişi. Beklemediğim bu başlangıç karşısında şaşkınlığımı fırsat bilip ekliyor: “Çok temiz ve güzel bir yazı hazırlamışsınız, bir üslubunuz bile var! Fransızcayı nerede nasıl öğrendiniz merak ettim doğrusu?”

Son sorusuyla ima etmeye ve anlamaya çalıştığı hususun ne olduğunu kavrıyorum. “O kadar da olsun hocam! Fransız Cumhuriyeti’nin laik, sosyal ve herkese açık okulları bu kadarını da başarmış olsun!” diyemiyorum pek tabii. Daniel Pennac’la tanışmadım henüz. İşin aslı, anın keyfini çıkarmak istemiyor da değilim ancak bu tavır ve duruşun bile beni yormaya başladığını, bıkkınlık verdiğini hissediyorum. Düz ve sade olanı seçiyor, aslen Türk olduğumu ve tüm eğitimimi Fransız okullarında aldığımı anlatıyorum.

 Yüzünde beliren memnuniyet sesinin tonuna yansımış ve yaşadığım bu toplumda çok nadir rastladığım sevecen ve müşfik bir tavırla beni tebrik etmişti. Başlarda, daha küçücük bir çocukken, gayretkeşçe kusursuz Fransızca konuşmaya çalışmak arkadaşlarımızın alaylarına masum bir karşılık, zararsız bir tepkiydi. Bir kelimenin cinsiyetini bilmemek, hatırlayamamak bu kadar da mühim değildi. Zamanla bu masumiyet evrildi, yerini bambaşka duygu ve düşüncelere sevk etti.

O zamanlar bilmiyordum noksansız ve akıcı bir Fransızca konuşmanın göçmen olduğum algısını değiştirmeyeceğini. Tenimin yansıttığı ve temsil ettiği renk skalasının beni daima kelimelerimden önce ele vereceğini. Ama ne hikmetse nafile olduğunu adı gibi bilse de insan muhatap alınmak, kabul görmek, mensup olmak, dâhil edilmek istiyordu. Bazen bir gruba, bazen bir topluma, bazen bir millete ve fakat çok kere de sadece insanlığa.

 Aradan yıllar geçti; bu bakış açısının, muhataplarımın bu garip hayretinin değiştiğini göremedim maalesef. Pazarda, fırında, sokakta adres soran yabancıyla, veli toplantısında öğretmenle, bir kasiyerle veya bir doktorla… Bakışlar daima şaşkın ve sorgulayıcı, kimi defa yargılayıcıydı. Bunca zaman sonra sanırım değişen tek şey benim olayları değerlendirme biçimim oldu. Eskiden beni mutlu eden, beyhude gururlanmama sebep olan bu durumun yersiz ve anlamsız olduğunu, hatta bir miktar ırkçılık barındırdığını düşünür oldum. Bundan da öte, aslında diğer uçtaki bakış açısından çok da farksız olmadığını görmeye başladım. Yaşadığımız ülkenin lisanına vâkıf olmak daima o topluma uyum sağlamış olduğumuzu mu gösterir? Gramer ve imlâ kurallarından bihaber olmak bilakis bizi bu kaynaşmadan mahrum mu bırakır?

Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır. buyuruluyor Rum suresinde. Buna rağmen, ibret almak şöyle dursun, insan kısır ve ahmakça bir üstünlük duygusuna kapılıyor.

Esasında yüce kelam neyi salık veriyor? Dillerimiz de bütün varlığımız gibi O’na ait, O’ndan geliyor. Öyleyse insan neden her güzelliğin yegâne sahibiymiş, onu hakkıyla ancak ve sadece kendisi kavrayabilirmiş hissine kapılır, yerinde kullanırmış gibi davranır? Neden birileri dil mefhumunu babalarının malıymış gibi sahiplenir? Neden onu kof ve bencil bir milliyetçilik üzerine inşa etmeye çalışmadan gösterişsiz ve iddiasız değerlendirmek ve benimsemek bunca imkânsız görünür? Yoksa ona varlık amacından ziyade bir anlam mı yüklüyoruz? Milletlerin tapulu malı mıdır zeban? Bir dilin sadece iletişim kurma aracı olmadığını o zamanlar idrak ettim ancak bir kültürel tahakküm aracına dönüşebileceğini çok sonraları öğrenecektim.

Bir ülkenin vatandaşları kadar yadırgamıyor dil, kıyasıya eleştirmiyor, acımasızca davranmıyor. Bilakis, üzerinde yaşamaya, var olmaya çalıştığı topraklardan daha çok vatan hissettiriyor kendini. Ona sokulup sığındıkça güvende hissediyor yabancı. Fransızcaya karşı iştiyak ve muhabbettim öz vatanıma duyduğum samimiyet ve bağlılık kadar coşkulu değil muhakkak ancak “yuva” gibi hissettiriyor olması yadsınamaz bir gerçek.

Hülasa, insanın duygu ve düşüncelerini ifade ederken iki dil arasında biteviye salınıp durması, kâh bir nehir gibi coşkun, bazen sıradağlar gibi uyumlu, yeri geldiğinde bir orman misali sessiz, durgun ve huzurlu hissedebilmesi olağanüstü bir keyif. Sınırların yok olduğu, mülkiyet mefhumunun esamesi okunmadığı, üçüncü şahıs ve kurumlara geçit vermeyen bir lisan hükümdarlığı kurmuştum kendime. Bunu, söyleyeceklerime kulak kesilmiş hocalarıma anlatabilsem acaba ne değişirdi?  

Telve'nin 14. sayısını okumak için tıklayın.
Telve'nin tüm sayılarını okumak için tıklayın. 


İlgili Haberler

baglar
Bağlar

Çauşeviç’in eğitimdeki en önemli katkılarından biri, Arap alfabesinin Boşnakça diline uyarlanmasıyla oluşturulan Arebica yazı

Salı, 07 Ocak 2025

duyurular
Duyurular

Alan Uzmanı-1 Yazılı Sınav Tarihi Açıklandı

Pazartesi, 06 Ocak 2025

telve
Telve

İnsanın duygu ve düşüncelerini ifade ederken iki dil arasında biteviye salınıp durması, kâh bir nehir gibi coşkun, bazen sıra

Pazartesi, 06 Ocak 2025