Berlin Hermannstraße
Salı, Temmuz 25, 2023Her sabahki yerinde oturuyordu. Küçük, plastik kahve bardağını önüne koymuş, bağdaş kurmuştu buz gibi zeminin üzerinde. Ali, bu adamı her sabah işe giderken bu istasyonda görüyordu. Berlin’in en ünlü metro hatlarından biri olan 8 numaralı hattın ilk istasyonuydu burası. Ali, Almanya’ya yüksek lisansını bitirdikten sonra gelmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği bölümünü dereceyle bitirdikten sonra burada büyük bir şirkette iş bulmuştu. Yaklaşık bir aydır Berlin’de yaşıyordu. Her sabah yaptığı bu metro yolculuğu İstanbul’dayken fakülteye gitmek için yaptığı sefere çok benziyordu.
Her sabahki yerinde oturuyordu. Küçük, plastik kahve bardağını önüne koymuş, bağdaş kurmuştu buz gibi zeminin üzerinde. Ali, bu adamı her sabah işe giderken bu istasyonda görüyordu. Berlin’in en ünlü metro hatlarından biri olan 8 numaralı hattın ilk istasyonuydu burası. Dilenciyi her gördüğünde hem hüzünleniyor hem de ürperiyordu. Adamın kirli kıyafetleri, dağınık saçları, kokusu itici geliyordu. Yine de dayanamayıp cebindeki on, yirmi veya elli centlerden veriyordu adama.
Ali, Almanya’ya yüksek lisansını bitirdikten sonra gelmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği bölümünü dereceyle bitirdikten sonra burada büyük bir şirkette iş bulmuştu. Yaklaşık bir aydır Berlin’de yaşıyordu. Her sabah yaptığı bu metro yolculuğu İstanbul’dayken fakülteye gitmek için yaptığı sefere çok benziyordu. Şişhane’deki evlerinin yakınında bulunan 2 numaralı metro hattına biner, İTÜ Ayazağa istasyonunda inerdi. Durak sayısı ve yolculuğun süresi neredeyse aynıydı ama metroya binen insanlar arasında dağlar kadar fark vardı.
“Tren Wittenau yönüne gider.” Bu anonsu ve ardından gelecek her istasyon anonsunu İstiklal Marşı’nın her kıtası gibi ezberlemişti artık. Bulduğu boş bir yere oturdu, her sabah yaptığı gibi bugün de metro yolcularını ilgiyle izlemeye başladı. Ambulans sirenini andıran bir sesin ardından kapılar kapandı ve tren hareket etti. “Sıradaki istasyon Leinestraße.” Kapılar açıldığında orta yaşlarda bir adamın, elinde “Belegtes Brötchen” dedikleri büyük bir sandviçle içeriye girdiğini gördü. Sandviçin içindeki Alman salamının kokusu her yere yayıldı. İçinden “İnşallah benim yanıma oturmaz,” diye geçirse de adam çoktan yanına oturmuştu. Adam etrafındakileri hiç umursamadan afiyetle yiyordu ekmeğini. Ali’nin aklına bir sabah İstanbul’da metroya binen orta yaşlı bir adamın durumu geldi. Normalde tıklım tıklım dolu olan İstanbul metrosunda o gün çok fazla insan yoktu. Karşısına oturan o adamın, çekinerek ve usulca bir poğaçayı kopara kopara yediğini görmüştü. Hiç ummadığı bir anda adam yanına gelip “Kardeşim, ben tansiyon hastasıyım. Haplarımı almadan önce küçük bir şeyler yemem gerektiğini söyledi doktorum. Hanım sağ olsun, çantamı poğaça koyuvermiş. Al, yarısını sen ye. Göz hakkıdır.” demişti ve bir parça koparıp Ali’ye de vermişti.
“Sıradaki istasyon Boddinstraße.” Bu anonsla anıları birden dağıldı. Sandviçini yemeye devam eden adam bu durakta inmemişti. O, ekmeğini afiyetle yerken Ali etrafı izlemeye devam ediyordu. Genç bir kadın bindi metroya küçük oğluyla. Çocuk ağlıyor ve annesine eziyet ediyordu. “Her istediğin olmaz, Pascal. Nerede hata yaptığını anlayabilmen için biraz düşünmeni istiyorum. Ağlaman bittikten sonra seninle bu konu hakkında sakince konuşabiliriz!” dedi annesi çocuğa. Ali hayretler içinde kalmıştı. Aklına yine bir gün İstanbul’da metroya binerken gördüğü bir anne-oğul geldi. Çocuk bas bas bağırıyor, ağlayıp zırlıyordu. “Tamam, anneciğim, biz sana şekerler alacağız. En güzel oyuncakları alacağız. Ağlama yavrum, seni bak nerelere götüreceğim.” diyor, ağlayan çocuğu daha çok şımartıyordu. “Ama susmazsan hiçbir şey almam, babana söylerim,” diyerek tehdit ediyordu. Ali birden aklına gelen o hatıradan sıyrılıp karşıda iki dakika önce mızmızlanan çocuğa baktı. Artık susmuştu ve kendi hâlinde düşünüyordu. Annesi ona hiç bakmıyordu, onu kendi hâline bırakmıştı.
“Sıradaki istasyon Hermannplatz.” Bu durakta yanında oturan adam artık sandviçi yemiş ve eline gazetesini almıştı. Ali, Almanların gazete tutkusuna gıpta ediyordu. İş yerine bile her sabah beş farklı yayınevinin gazetesi alınır, iş arkadaşları kahvelerini yudumlarken gazete okurlardı. Birçoğu artık mobil uygulamalara da geçiş yapmıştı. Alman toplumunun hemen hemen her kesimi bilgili ve donanımlı olmaya önem veriyordu.
Bu durakta iki delikanlı binmişti metroya. Birinin diğerine “Noel yaklaşıyor, yine büyük annemler, teyzemler, bütün aile bir araya geleceğiz. Daha hediye almam gerekiyor onlara. En son Paskalya’da ailemiz bir araya gelmişti” dediğini duydu. Alman ailelerinin misafirlik anlayışı çok farklıydı. Senede birkaç kere görüşülürdü bütün aileyle. Düğünleri, bayramları ve benzeri kutlamaları doktor randevuları gibi aylar evvel planlanırdı. Aklına kendi ailesi geldi hemen. Her hafta sonu ailecek birinin evinde buluşurlardı. Bazen teyzesi son dakikada arardı “Yoldayız biz, size geliyoruz.” diye ve Allah ne verdiyse pişirilir o kocaman sofrada beraber yenirdi. Bazen üniversiteden sonra yengesini arar kuzenlerini görmek için yanlarına giderdi. Babaannesinin yeri çok ayrıydı Ali’de. Her hafta muhakkak babaannesini ziyaret eder, sömestir tatillerinde onun yanında kalırdı.
“Sıradaki istasyon Schönleinstraße,” anonsunu duymasıyla yerinden kalkması bir oldu yanındaki adamın. Anne ve çocuk artık güzel bir sohbete dalmışlardı. İnen adamın yerine başka bir adam bindi metroya ve o da yine Ali’nin yanına oturdu. Tertemiz takım elbisesi, özenle taranmış saçları ve evrak çantasıyla Ali’nin dikkatini çekmişti. Adam belli ki çok yoğundu. Elinde birkaç belge tutuyor, üstünde yazanları tek tek inceliyordu. Çantasından bir şey çıkarmak için uğraşırken minik kâğıt parçaları düştü yere. Ali, elleri dolu olan adama yardımcı olmak için eğilip tek tek topladı kâğıtları. “Kusura bakmayın, kartvizitlerimi çantanın içine atıvermiştim. Kalem kutusunu çıkarmaya çalışırken onları düşürdüm yere.” Ali hafif bir tebessüm ile karşılık verip adama kartvizitlerini uzattı. Yanında oturan bu adamın Alman bakanlıklarının birinde başkan olduğunu kartvizitleri toplarken okumuştu. Makam aracıyla gezmemesi ve halktan bir insanla bu denli bir diyaloğa girmesi Ali’yi çok şaşırtmıştı.
“Sıradaki istasyon Kottbusser Tor.” Bu durak “Küçük İstanbul” olarak bilinen yerdeydi. Bu durakta metroya başörtülü bir teyze bindi. Almancası yeterli olmadığı için yarım yamalak konuşmaya çalışarak yanındaki kadına bir şey sordu. “Burası Almanya, Almanca konuşuluyor burada. Sizi anlayamıyorum.” diyerek sırtını çevirdi hemen kadın. Oysa Türkiye’de yabancıya ne kadar çok değer verilirdi. Vatandaş, sorulan adresi hiç duymamış olsa bile “bilmiyorum” demez, yardımcı olabilmek için çevrede bulunan herkesi seferber ederdi. Yabancının konuştuğu dili anlamasa bile el kol hareketleri işin içine girince sohbet, pandomim oyununa dönüşürdü ve karşıdakinin daha iyi anlayacağı düşünüldüğü için sesin seviyesi, en yükseklere çıkardı. Ali, teyzenin Türk olduğunu anlayınca ona yardımcı olmaya çalıştı. Sorununa çözüm bulduğu için Ali’ye minnettar olmuştu yaşlı kadın. “Allah senden razı olsun evladım, Allah ne muradın varsa versin.” demişti. Türklerin yabancı bir çocuğa bile “evladım, yavrum, çocuğum” diyebilmeleri onların ne kadar şefkatli ve merhametli olduğunun göstergesiydi.
Dualar hiç düşmezdi teyzelerin, amcaların dilinden. Türk insanının o samimiyeti birden içini ısıtıverdi Ali’nin. Bu sohbeti Alman bir teyzeyle yapmış olsaydı büyük ihtimalle “Vielen Dank, junger Mann!” yani “Teşekkür ederim, genç adam!” gibi bir cevap alırdı.
“Sıradaki istasyon Jannowitzbrücke.” Bu durakta metroya binen kadın Ali’ye çok tanıdık geldi. Uzun süre düşündükten sonra bu kadının dil kursundaki hocası olduğunu hatırladı. Almanya’ya gelebilmesi için girdiği dil sınavına Frau Schneider hazırlamıştı onu. Sınavı geçmişti tabii ki ama Alman dilinin çetrefilli kurallarını çözene kadar canı çıkmıştı. Alman dilinde adların önünde yer alan ‘Artikel’ denilen tanımlıklar mevcuttu. Bu tanımlıklar; ‘der, die, das’ olmak üzere üç taneydi. İngilizcede bunu çok kolay öğrenmişti çünkü her adın önüne yalnızca ‘the’ tanımlığı koyuluyordu. “Bay Öztürk, hiç moralinizi bozmayın. Zamanla alışacaksınız tanımlıkları doğru kullanmaya. Hem inanın, ana dili Almanca olanlar bile bu konuda bazen hata yapabilirler.” şeklinde teselli ederdi onu öğretmeni. “Deutsche Sprache, schwere Sprache” yani “Alman dili, zor bir dil,” atasözü boşuna söylenmemiş diye düşünmüştü.
“Sıradaki istasyon Moritzplatz.” Ali, bu anonsla hayal âleminden uyandı. Frau Schneider inmiş, kucağında köpeğiyle yaşlı bir teyze binmişti. Alman komşusunu hatırladı hemen. Her sabah itinayla aynı saatte köpeğini gezdirir ve mamasını tam zamanında verirdi. Hayvanları, Almanların evlatları gibiydi. Türkiye’de, mahallelerinde gezen onca sokak köpeği geldi aklına. Bir kere bir köpeğin ölüsünü bulduğunu hatırladı.
“Sıradaki istasyon Heinrich-Heine-Straße.” Ali’nin ineceği durağa artık bir durak kalmıştı. Bu sefer orta yaşlarda bir kadın bisikletiyle binmişti metroya. Toplu taşımaya bisikletle binildiğine ilk defa Almanya’da tanıklık etmişti Ali. Bisikletlilere tanınan önceliğe ve bisikletler için trafikte ayrılan özel şeritlere gıpta ediyordu. Her evde muhakkak bir bisiklet bulunur ve hafta sonu aileler çoluk çocuk bisiklet turuna çıkardı. Çocukları ile bisiklet binmeye çıkan ebeveynler her daim kasket takardı. Bazı sabahlar şirketin müdürü bile bisikletiyle işe geliyordu.
“Sıradaki istasyon Alexanderplatz.” Artık Ali ineceği durağa gelmişti. Kapılar açıldı, metroya binmek isteyen yolcular sağ tarafta inenleri bekliyordu. Ali yürüyen merdivenlere doğru ilerledi. Sağ taraftaki sıra duran, sol taraftaki sıra ise merdivende yürüyerek ilerlemek isteyenlerden oluşuyordu. Bu insanlar gündelik hayatın her yerinde nizam içinde hareket ediyorlardı.
Şirkete vardığında müdürünün girişte sekreteriyle konuştuğunu gördü. Müdürü, Ali’yi görünce “Bay Öztürk; günaydın, nasılsınız?” diyerek onu karşıladı. Çok hoşuna gidiyordu koskoca şirket müdürünün işçileri ile diyaloğa girmesi, onlara hâl hatır sorması ve “Bey, Hanım” diye hitap etmesi. Resmiyet ve mesafe önemliydi bu ülkede fakat saygı daha da önemliydi.
Yorucu geçen bir iş gününün ardından eve dönen Ali, hemen kendini yatağa attı. “Yarın yine aynı metroya binip yine aynı yolu gideceğim. Yalnızca gördüğüm yüzler farklı olacak.” diye düşünerek başını yastığa koydu.
Ertesi sabah istasyona vardığında dilenci yine her zamanki yerinde kahve bardağı önünde, bağdaş kurmuş oturuyordu. Ali uzaktan iki gencin usulca adamın yanına yaklaştığını gördü. Birden dilencinin önündeki para dolu bardağı alıp kaçtılar. Ali de peşlerinden koştu yakalamak için ama hızlarına yetişemedi. Geri döndüğünde adam olaydan habersiz gibi öylece bağdaş kurmuş hâlde oturuyordu. “Niye bağırmadınız, niye peşlerinden koşmadınız? Paranızı çaldılar.” dedi Ali şaşkın bir hâlde. O gün her sabah önüne para koyduğu adamın yüzüne ilk defa bakmıştı. “Sen benim gözlerimin içine hiç bakmamışsın ki” dedi adam. Ali o gün yine Hermannstraße’de bindi metroya. Dün ile bugün arasındaki tek fark, Ali’nin gözlerinin yaşlarla dolu olmasıydı.