Bir Küçük Harçlık Meselesi
Pazartesi, Ekim 24, 2022Her şey sahil yolunda oturduğum bir kafede başladı. Uzun sahil yoluna bakan bir masada defterime seyahat notları alıyordum. Elime çay fincanımı almış dudaklarıma götürmek üzereydim ki masama on yaşlarında bir çocuk yaklaştı. Çocuğun görünümüyle alakalı herhangi bir detay vermeyeceğim keza yazımın devamında okuyucuların kafalarında bir siluet canlanacaktır mutlaka.
Her şey sahil yolunda oturduğum bir kafede başladı. Uzun sahil yoluna bakan bir masada defterime seyahat notları alıyordum. Elime çay fincanımı almış dudaklarıma götürmek üzereydim ki masama on yaşlarında bir çocuk yaklaştı. Çocuğun görünümüyle alakalı herhangi bir detay vermeyeceğim keza yazımın devamında okuyucuların kafalarında bir siluet canlanacaktır mutlaka.
Çocukla benim aramda alçak boylu bir süs ağacı vardı. Böyle basit bir şekilde alçak boylu bir süs ağacı dediğime bakmayın. Aslında o alçak boylu süs ağacı oracıkta iki farklı dünyayı birbirinden ayırıyordu ve aslına bakılırsa dünyaları ikiye ayıran da yine bu alçak boylu süs ağacıydı. Kafeyi çevrelemiş süs ağaçlarının içinde ve dışında kalanlar... Ben içerideyim, o dışarıda.
Çocuk gözlerimin içine baktı ve boynunu yana eğerek bir şeyler söyledi. Hangi kelimeleri sarf ettiğini zerre anlamadım. Benim aklım yana eğdiği boynunda takılı kalmış. Çay fincanı tutan elimin havada kaldığının da daha sonra ayrımına vardım. Nasıl olduysa bir anda çocuktan bakışlarımı kaçırıp defterime götürdüm ve az önce gördüklerimi yok saydım. Önce bekledim. Daha sonra hararetle bir şeyler yazıyormuş gibi görünmeye çalıştım. Kim bilir ne kadar komik ve itici bir hâle soktum kendimi o anda. Gitmiş miydi çocuk acaba? Bakışlarımı defterden kaldırdığımda sahil yolundan denizi görebiliyordum. Çocuk gitmişti.
Olaya verdiğim tepkiden – duyarsızlığımdan – katı kalpliliğimden – vicdansızlığımdan – biraz utandım. Ben nasıl böyle bir şey yaptım? Aslında söz konusu benim çocuğun avucuna birkaç demir parçası koymuş veya koymamış olmam değildi. Söz konusu olan benim gerçekten başımı çevirmiş ve böyle bir gerçeğin var olduğunu geçiştirmiş olmamdı. Ne oldu yani şimdi? Ben boynunu yana eğişine aldırmadım diye bir şey mi değişti? Çocuk değişti mi? Ben değiştim mi? Yine olsa yine aynı tepkiyi vermeyecek miydim sanki? Niye kendime yükleniyorum? Neden – ben – utanıyorum?
Neyse ya, diye düşünüyorum. Zaten yiyip içtiklerim boğazıma dizildi. Hesabı ödemek istediğimi söylüyorum. Genç garsonun beceriksiz kahve servisine rağmen bahşiş bırakma mecburiyeti hissediyorum. Peki, bu hissiyat nereden geliyor? Neden bahşiş bırakma gereksinimi duyuyorum? Buna da neyse. Teşekkür edip istemsizce on Türk lirası bırakıyorum masaya. Sonra şimşek hızıyla aklıma boynunu büken çocuk geliyor. Başımı ellerimin arasına alıp ne kadar aptal olduğumu tekrarlıyorum kendi kendime. Garsona verdiğimin onda birini çocuğa verseydim en azından vicdan azabı çekmezdim. Sahil yolunda çocuğu görürsem istediğini ona vereceğim diye niyetlenip otele doğru yola çıkıyorum.
Sahil yolunda ilerlerken arkamdan “Abla, abla” diye seslenişler duyuyorum. Sesin geldiği yöne doğru baktığımda elinde bir boya sandığıyla arkamdan koşturan yaşça daha büyük bir çocuk görüyorum. Bu çocuğun dış görünüşüyle alakalı da bir bilgi vermek istemiyorum. Verecek olsam kendime çok kızarım. Velhasıl çocuk adımlarını hızlandırarak yanıma geldi, başını yana eğdi ve yavaşça birbiri ardına kelimeler sıraladı. Nedense bu çocuğun da ne söylediğini algılayamıyorum. Sarf ettiği kelimelerden birini dahi hatırlamıyorum ama başını yana eğişi dün gibi aklımda. O anki duygularımı tarif etmem imkânsız demeyeceğim, çünkü sanıyorum ki ne hissettiğimi hâlâ çok iyi biliyorum. Müthiş sinirlenmiştim. Neden böyle bir duyguya kapıldığıma ben de çok şaşıyorum. Ben bu çocuklara neden bu kadar çok öfkeleniyorum? Beni bu kadar yıpratan ne? Sokaktaki insanlar bu çocukları görmezden gelip yanlarından geçiyorlar. Tamam, ben de yapıyorum aynısını, yanlarından geçip gidiyorum – bunu yapmak zorunda hissediyorum – ama onları görmezden gelemiyor olmak beni çıldırtıyor!
Çocuğun anlattıklarına sadece başımı sağa sola sallamakla karşılık veriyorum. Ne anlattı, neler söyledi, zerre fikrim yok ama anladım. Nasıl anlamış olabildiğime de kızıyorum. İnsan karşısındakini dinlemeden ne söylediğini nereden bilebilir? “Bu çocuklar konuşmasa da olur, dertlerini her şekilde anlarım” diye geçiyor içimden. Ama niye? Nasıl? Bir öfke patlaması yaşamamak için çocuktan yüzümü çeviriyor ve yoluma koyuluyorum. Arkamdan, “Abla” diye seslenmeye devam etmesi sinirlerimi bozuyor. Adımlarımı hızlandırıyorum. Bir çay bahçesinin önünden geçerken çocuğun hâlâ arkamdan seslendiğini ve beni takip ettiğini anlıyorum. Tam arkamı dönüp çocuğa kontrol etmekte zorlandığım öfkemi püskürtmek üzereyken, çay bahçesinden bir delikanlı çocuğu yanına çağırıyor. Çocuk peşimi bırakıp delikanlının yanına gidiyor. Olan biteni daha net anlamak için adımlarımı yavaşlatıp çocuğu izliyorum uzaktan. Delikanlı çocuğa bir simit veriyor ve yanında çay içmek isteyip istemediğini soruyor. Çocuk sağ elini kalbine götürürken başını öne eğiyor.
“Ne yani, derdi bu muymuş? Simit miymiş? E söyleseydi ben de alırdım ona simit!” İçimdeki öfke yerini yine utanca bırakıyor. Bu sefer kendime sinir oluyorum. Çay bahçesinden ayrılan çocuk da artık yüzüme bakmıyor.
Bana bu duyguları hissettirmeye ne hakkı var? Bir daha etrafıma bakınmadan oradan uzaklaşıyorum. Otele dönüp yorganın altında bir süre saklanmak istiyorum.
Ama ne mümkün?
Yolumun üzerinde ellerinde boya sandıkları olan iki çocuk daha bana doğru yürüyor. Beni henüz görmediler. Konuşup gülerken yere bakıyorlar. “Ben yanınızdan geçene kadar lütfen başınızı yerden kaldırmayın, lütfen beni görmeyin, lütfen, lütf…” diye içten içe temennide bulunurken çocuklardan büyük olanı beni görüyor. Tam o esnada dirseğiyle arkadaşının dirseğine dokunuyor ve kendisine bakan çocuğa gözleriyle beni işaret ediyor. Küçük çocuk beni görmesine görüyor ama benimle ne yapması gerektiğini hiç bilmediği yüz ifadesinden belli. Büyük çocuğa dönüp kaş göz işaretleriyle, “Ne oldu, ne var?” dediğine yemin edebilirim! Bunun üzerine birkaç salise geçmiyor ki, büyük çocuk bana doğru geliyor ve yavaştan boynunu yana eğdiğini görüyorum. İnanamıyorum ya, ne boyun eğmeymiş arkadaş! Daha az önce gülen eğlenen çocuk ne ara çaresiz ve yardıma muhtaç bir duruma soktu kendini?! Bu hareketini gördüğüm anda soğuyorum çocuktan. “Abla bir yardım be!” diyor çocuk. E elinde boya sandığın var işte, çalış kazan paranı. Bana da gökten düşmüyor ya bu para!
“Bak kardeşim, ben de çalışıyorum para kazanmak için. Kolay olmadığını biliyorum ama doğru olan bu. Para bu şekilde kazanılır. Sen de kendi paranı kazan.” diyorum.
Ama çocuk bunu dinler mi hiç? Boynu bükük avucunu gösteriyor bana. Tahmin edersiniz ki beni yine bir öfke sarıyor. Neden bana kendimi zalim gibi hissettiriyorsun be çocuk? Neden böyle yapıyorsun? Ben senin avucunu doldurunca sen bu cesaretle başkasına da avucunu açmayacak mısın? Boynunu eğmeyecek misin? Bunu yapmayacağına güvenebilir miyim? Elindekiyle yetinebilecek misin?
Kötü söz sarf etmekten korkup arkama bakmadan uzaklaşıyorum oradan. Nihayet otel odama girdikten sonra planladığım gibi yorganın altına giriyorum. Normalde sinirden boşalan gözyaşları yoktu aklımda ama hazır yeri gelmişken gözyaşlarımı da bol bol akıtıyorum. Akşam yemeğine kadar bu şekilde verimli bir vakit geçiriyorum.
Akşama doğru kendimi toparlıyorum çünkü acıkıyorum. Acıkınca sabahki vicdansızlığımı unutuyorum. Çarşıya uğrayıp bir dürüm hazırlatıyorum kendime. Yanına satın aldığım ayranla birlikte sahile geçiyorum. Denize karşı bir çiğköfte dürüm yemeden uğurlanmamak gerekir bu dünyadan, öyle değil mi? Bir bankta oturmuş dürümün son lokmasını mideye daha yeni yuvarlamışken kocaman bisikletinin üzerinde balık etli bir çocuk yaklaşıyor yanıma. Dış görünüşü hiç diğer çocuklara benzemiyor, hem de hiç ama bu çocuğun nasıl gözüktüğünden de bahsetmek istemiyorum. Böyle bir çocuğun bana ne demek isteyebileceğini düşünüyorum. Çocuk beni baştan aşağıya süzdükten sonra hiç istifini bozmadan birkaç cümle sarf ediyor bana.
“Abla, ben de açım. Bana birkaç bozuk para verebilir misin, yemek alayım kendime. Günlerdir ben de, kardeşlerim de açız.”
Daha öfkelenmeye fırsat bulamamışken dudaklarımdan içimde tutamadığım bir cümle kayıp çıkıyor:
“Günlerdir aç olduğuna emin misin? Bakıyorum da göbeğin önden gidiyor maşallah. Pek aça benzemiyorsun ama sen bilirsin yine de.”
“Yok abla, valla açım! Sen göbeğime bakma, o hep vardı!” diye diretiyor çocuk.
İster istemez sırıtıyorum. Çocuk resmen göbeğini savunuyor ya, ne sevimli! Çocuğun bisikletini süzüyorum ve içime gömdüğüm epey eski bir ukdeyi hatırlıyorum. Bir anda hüzünleniyorum. Benim hiçbir zaman bisikletim olmamış, hep arkadaşlarımın külüstür bisikletlerine binmek için ağız kokularını çekmiştim. Ne yalvarmıştım zamanında anneme ama bir türlü aldıramamıştım. Oysa bu çocuğun bisikletine değer biçmek dahi imkânsızdı. O kadar iyi ve kaliteli duruyordu ki insan inanmak istemiyordu - en azından ben istemiyordum. Bu sefer ben hiç istifimi bozmadan ciddi bir ses tonuyla çocuğa cevap verdim:
“Bak çocuk, sen eğer bana gelip ‘Abla, bana harçlık verir misin?’ diye sorsaydın, ben sana para verirdim. Bana herhangi bir açıklama yapmana da gerek kalmazdı. Ama böyle ‘Açım, açlıktan ölüyorum’ laflarıyla gelirsen sana tek kuruş vermek gelmiyor içimden çünkü sözüne güvenemiyorum!”
“Öyle desem verir miydin gerçekten?”
“Verirdim. Benim de küçük bir erkek kardeşim var. O da benden devamlı harçlık istiyor. Bana ‘Abla bana harçlık verir misin?’ diye sorduğunda, ben ona elimde varsa harçlığını veririm. Mesela benim abim bana hiç harçlık vermedi. Ben de bu duruma hep çok üzüldüm. Kardeşim de üzülsün istemem. Zaten harçlık küçük çocuklara verilmez mi?”
“Ben de mi öyle diyeyim?”
“Bence bir şansını dene.”
Merakla çocuğun tepkisi bekliyorum. Zannımca çocuk da benim ciddi olup olmadığımı anlamaya çalışıyor. Hiçbir şekilde gülümsememeye çalışıyorum. Çocuk konuşmaya yelteniyor gibi olsa da çıtı çıkmıyor. Bir müddet sonra sesini işitiyorum kulağımda.
“Abla, bana harçlık verir misin?”
Nedense duyduklarıma çok seviniyorum ve gözlerime yaşlar doluyor. Çantamda cüzdanımı ararken gözyaşlarımı görmesini engellemeye çalışıyorum. Bir kâğıt para çıkarttığımı görmeden bozuk para için avucunu açıyor çocuk. On Türk lirasını görünce çok şaşırıyor.
“Gerçekten bunu mu vereceksin?” diye soruyor hayretle.
“Evet, harçlık istedin, ben de veriyorum. Al, bu senin!”
Çocuğun yüzündeki mutluluk ve şaşkınlık karışımı ifadeyi büyük ihtimalle tarif edemeyeceğim, o yüzden hiç girişmiyorum o işe. Parayı cebine koyarken sesini işitiyorum yine.
“Abla sen bana beş kuruş verseydin, ben yine çok mutlu olurdum ama böylesi daha güzel oldu tabi.” Bu cümlesinin peşine o kadar çok ve o kadar samimi dua ediyor ki bana, sevincimden hiçbirini aklımda tutamıyorum ama tam o sırada aklımdan şu düşüncenin geçtiğini unutmuyorum: “Bu dualardan sonra artık bana bir şey olmaz evvelallah!”
Vedalaştıktan sonra çocuk yanımdan uzaklaşıyor. Ben de deniz anayla bakışıyorum. Bugün ilk defa huzurlu olduğumu hissediyorum. Vicdan azabı yok, öfke yok, sinir yok. Hafiflediğime eminim. Artık rahatlamış vicdanımla bir Türk kahvesi içmeden dönmem otele diye düşünüyorum. Oturduğum bankta toparlanmaya başladığımda bir iki bank öteden ‘harçlık’ kelimesini işitiyorum. Bizim bisikletli çocuk bu sefer bir çifte musallat olmuş. Çiftin çocuğa para uzattığını görüyorum. İstemsizce gülmeye başlıyorum. Düşünüyorum. Evet, çocuk değişmedi. Çocuğun tavrı da değişmedi ama kullandığı kelimeler değişti. Bakış açısı değişti. Ufak da olsa bir adım ilerledik diye düşünüyorum.
Bu umut, birazdan içeceğim kahvenin yanına lokum olsun.
Daha ne olsun?