Can Bulmak
Perşembe, Ekim 5, 2023Bu âlemde nerede başladığını bilemediğim hayatım, Viyana yıllarım, pazarda satılıp İstanbul’a geldiğim günler, hayır, hayır, ne Christa’nın ne de Tuğba’nın cam kutusuydum artık. Eski ben değildim. Tüm o yalnızlıkları, yerimi yadırgamaları, alıştım sanmaları, karanlık bekleyişleri bu kutlu kavuşma için yaşadığımı çok sonra anladım.
Bana ve benim gibilere cansız diyen insanoğluna şaşarım. Camdanım diye canım yok sanırlar. Bilen bilir, bizimkisi de bir yazgı.
Döbling, Viyana. Uzun yıllar Avusturyalı bir ailenin müstakil evinde yaşadım. Kimi zaman salonun vitrininde, kimi zaman Christa ile Heinrich’in yatak odasındaki makyaj masasının üzerinde konumlandım. Beni genelde diğer camdan kutuların yanına koyarlardı. Biri büyük, diğeri küçük, üçlü bir gruptuk. Christa altın, inci, zümrüt takılar koyardı içimize. Çoğu doğum günlerinde, isim günlerinde ya da Noel’de gelen hediyelerdi. Benim içime daha çok irili ufaklı küpelerini koyardı Christa. Heinrich’in eve uğramaz olduğu zamanlar masasının önündeki pufa oturup saçlarını tararken göz ucuyla bize bakar, kapağımızı açar, kapar, tekrar açar, uzun uzun bakar, tekrar kapardı. Aklından neler geçerdi bilmezdim ama gözlerinin buğulandığını anlardım.
Bir gün Christa yatağında ölüverdi. Kızı gerekli cenaze işlemlerini soğukkanlılıkla hallederken kaşla göz arasında evin boşaltılması için de aracı firmayla anlaştı. Üç adam, kamyonla gelip bu iki katlı evde ne var ne yoksa topladı. Önce iri eşyaları çıkardılar, sonra bizim gibi ufak tefek şeyleri gazete kâğıtlarına sarıp kolilere yerleştirdiler. Christa’nın odasından böyle apar topar çıkarılacağımı hiç düşünmezdim.
Aradan ne kadar zaman geçti bilemiyorum. Günün birinde kendimi bir antika pazarında, saks mavisi bir örtünün üzerinde buldum. İki yanımda, Christa’nın evinden tanışık olduğum diğer cam kutular vardı ama içimdeki küpeleri başka küpelerle bir araya, başka bir kutuya koymuşlardı. Benim içim boştu. Etrafımda kitaplar, çerçeveler, kristal kâseler, porselen fincanlar vardı. Uzun bir süre oradan oraya kolilerde gezdik. Bir cumartesi günü iki kadın benim olduğum tezgâha yanaşıp satıcıya “Ne kadar?” diye sordu. Tezgâh sahibi bir rakam söyledi. Kadınlardan biri “Biraz indirim yapsanız, diğerlerini de alsam” diye rica ettiyse de satıcı beyimiz oralı olmadı. “İster alın, ister almayın, fiyat budur” dedi. Kadıncağız cüzdanını, çantasını, hatta ceplerini yokladı ama sadece beni alacak kadar parası çıkıştı. Haftalardır depoyla tezgâh arasında mekik dokumaktan bitap düşmüştüm. Şimdi başka birinin evine gidecek olmama sevinebilirdim. Bir yandan içim buruktu. Keşke Christa’nın evindeki gibi diğer kutularla yan yana olabilseydik. Eline geçen bir gazete kâğıdına sarıp poşete koydu tezgâh sahibi beni.
Kendimi bildim bileli bir arada olduğum dostlarımdan ayrı düşüverdik.
Aylarca beni satın alan kadının odasında, poşetin içinde kaldım. Karanlık, sonu gelmeyen bir bekleyişti. Günün birinde birçok eşyayla birlikte tıka basa dolu bir bavulda dağları tepeleri aşıp Türkiye’ye geldim. İstanbul’da hummalı bir koşturmanın içine düştüm. Sonunda küçük bir evin küçük bir odasında, bir dolaba yerleştirildim. Zamanla isminin Tuğba olduğunu ve Talip adında biriyle yuva kurduğunu öğrendiğim kadın, Christa gibi sevdi beni. İçime küpelerini yerleştirdi. Yanıma birçok başka kutu, aynalar, taraklar, kokular koydu. İki, üç yıl geçmiş, bu yerime iyiden iyiye alışmıştım.
Üsküdar, İstanbul. Bir akşam ilginç şeyler oldu. Talip, içimdeki küpeleri çıkarıp bir poşete koydu beni. Evden çıkarken yanında götürdü. Neler oluyor diye şaşırmıştım. Çiçekçiye uğrayıp kırmızı bir gül aldı, gülün yapraklarını tek tek koparıp tabanıma yerleştirdi. Sonra beni efsunlu bir yere götürdü. Bu esrarın kaynağı varlık âleminin yegâne sebebiymiş, burada başıma gelebilecek en güzel şeyi yaşayacakmışım meğer. Anlatmak ne mümkün, bu kadar oluyor işte. İçeride bulunanların büyüklerinden biri çok uzak yollardan getirdiği mübarek telleri parmak uçlarıyla tutarak ve daima bir şeyler fısıldayarak içimdeki gül yapraklarının üstüne büyük bir özenle yerleştirdi. Allah’ım! O anda, oracıkta binbir parçaya bölünecektim. Nasıl kendimden geçtim, nasıl bayram ettim. Allah’ım! Binlerce şükrettim.
O gece ihtiyar zatla Talip arasında “sana emanet, zamanı gelince alırız - peki efendim, siz ne buyurursanız” gibi veya buna benzer bir konuşma geçti. Sabah olunca genç adam kalkıp işe giderken yolda hep bir şeyler fısıldıyordu bana bakarak. Eve dönerken de böyleydi.
Tuğba, kapıda Talip’in elinde beni görünce “Ne oldu, bu nedir, benim cam kutum değil mi bu?” dediyse de Talip sessiz kaldı. Beni usulca masaya bıraktı. Derin bir nefes aldı. Yüzü parladı. Evi bir anda gül kokusu sardı. İçimde ne olduğu anlaşılınca genç kadın görüp işittiklerine inanamadı. Gözleri buğulandı. O da hemen bir şeyler fısıldamaya başladı. Yanaklarından ağır damlalar süzüldü. Sadece bana baktılar. Dakikalarca. Sadece bana. Kapağıma titrek ellerle dokundular, beni, nasıl anlatsam, bir bebeği, bir kediyi, bir nineyi sever gibi sevdiler. Aralarında sessiz konuşmalar geçti. Döne dolaşa aynı şeyleri fısıldadılar.
Bir süre sonra Talip, “Bekliyorlar, gitmem lazım,” dedi. “Bu kutuyu güzel bir örtüye sarmalı” dedi karısı. “Evdeki en güzel örtüye…” Dolapları altüst etti, bulduğu her kumaşı kucaklayıp getirdi salona. Beni altın sarısı bir tüle, pullu güpüre, son olarak ipek bir örtüye sardılar. Tüm bunları hep aynı şeyleri fısıldayarak sarıp, açıp, tekrar sarıp, tekrar açıp, tekrar sardılar. Sonunda “oldu galiba…” diyerek tebessümle birbirlerine baktılar. Talip, benimle evden çıkarken ikisinin de yüreğinin burkulduğunu sezer gibiydim.
Bir merasimde buldum kendimi. Sohbet ediliyor, uzun uzun bir şeyler okunuyordu. “Cemâlinle ferahnâk et…” diyordu yanık sesli bir adam. Sırasıyla ipekler, pullu güpürler, tüller açılıp serilirken ben de gül gibi açtığımı hissediyordum. Orada bulunanlar içimdeki eşsiz cevhere yaklaşıp muhabbetini izhar ederken gözler doluyor, yürekler titriyordu. Hep aynı fısıltı, hep bir ağızdan nihayet yüksek sesle salonu dolduruyordu.
Günün sonunda olmasından imtina ettiğim şey oldu. İçimdekini benden aldılar… İçimi kana buladılar mı deseydim? Sadece gül yapraklarını bıraktılar. Beni görünmez bin parçaya böldüler. Aahh, Allah’ım!
Talip beni eve getirdiğinde yine usulca masaya bıraktı. Karşıma geçip oturdular. Tuğba derin bir nefes aldı. Yine ağır damlalar süzüldü yanaklarından. Bu kez mahzunluktan. Konuşmadılar. Sadece bana baktılar. Sadece bana.
Ertesi gün evin en güzel yerine, gözlerinin önüne koydular beni. Her önümden geçişlerinde aynı şeyi fısıldamaya devam ettiler. Kimi zaman yaklaşıp kapağımı açtılar, içimdeki kokuyu içlerine çektiler. Birbirlerinden gizli yaptılar bunu.
Bu âlemde nerede başladığını bilemediğim hayatım, Viyana yıllarım, pazarda satılıp İstanbul’a geldiğim günler, hayır, hayır, ne Christa’nın ne de Tuğba’nın cam kutusuydum artık. Eski ben değildim. Tüm o yalnızlıkları, yerimi yadırgamaları, alıştım sanmaları, karanlık bekleyişleri bu kutlu kavuşma için yaşadığımı çok sonra anladım.
İçimdeki gül yaprakları hiç solmadı. Onlar bana yandı, ben onlara.
Telve'nin 9. sayısını okumak için tıklayınız.