Ercüment Aytaç’la Müzik ve Edebiyat Üzerine
Cuma, Şubat 3, 2023Telve'nin 8. sayının ilk söyleşisinin konuğu, Diaspora edebiyatının önemli kalemlerinden Ercüment Aytaç oldu. Türkçe ve Almanca olmak üzere iki dilde romanları yayımlanan Aytaç; ilk yazarlık deneyimini, müzikle irtibatının nasıl başladığını, iki dilde yazmanın avantajlarını, Diasporada yaşayan Türklerin edebiyat, sanat ve düşünceyle ilişkilerini, bir roman yazarı olarak karakterlerini kurgularken hangi coğrafyalardan beslendiği ve hikâyelerin ritmini ayarlarken müzik bilgisinin kendisine nasıl yardımcı olduğunu Viyana’dan Rumeysa Öztürk’e anlattı.
1. Merhaba Ercüment Bey, söyleşi isteğimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. İlk yazarlık deneyimlerinizi sorarak söyleşiye başlamak isteriz. Sizi yazmaya; elinize kâğıt kalem almaya ya da klavyeye geçip sözcükleri sıralamaya ikna eden ne oldu?
Bana böyle bir fırsat verdiğiniz için ben teşekkür ederim. Beni yazmaya ne ikna etti sorusuna gelince: Yazarlığa başlamamda bir ikna olma süreci yaşadığımı söyleyemem, zaten kendimi bildim bileli astronot, polis veya itfaiyeci değil de, yazar olmak istediğimi hatırlıyorum. Ben çocukken TRT radyosunda Uğurlugiller piyesi vardı. Bu radyo tiyatrosu 1961’de başlayıp 1978’e kadar devam etmiş, bunları şimdi internetten okuyorum. Daha sonra 90’lı yıllarda televizyona uyarlanmış. Ben dört beş yaşlarında divana oturup hiçbir bölümünü kaçırmadan büyük bir dikkatle radyodan bu piyesi dinlerdim ve bitince zihnimde senaryoyu devam ettirip sesli bir şekilde bütün karakterleri konuştururdum. Hatta taklidini en severek yaptığım karakter ‘Bacı Kalfa’ yani ailenin siyahi yardımcısı, o zamanki ismiyle “Arap Bacı” idi. İlk yazarlık deneyimlerim henüz yazı yazmasını bilmediğim yaşlarda böyle başladı. 20’li yaşlarımda Viyana’da bir amatör tiyatro grubunda oynadığım yıllarda kendimi zihnimde o tiyatro eserinde oynadığım pasajları geliştirirken yakaladım, aynı dört beş yaşlarımda yaptığım gibi. Ve bunları yazıya dökmeye başladım. İlk romanım Ve: Blues’un ilk pasajları böyle oluştu. Sonra bir baktım ki koca bir roman yazmışım. Bütün cesaretimi toplayarak eserimin bir kopyasını bir akşam Viyana’ya imza günü için gelmiş olan Orhan Pamuk’un eline tutuşturdum. Kendisi ertesi sabah erkenden beni aradı ve “Romanınızı bütün gece okudum ve kıkır kıkır güldüm,” dedi. Yazarlık hikâyem böyle başladı.
2. Siz aynı zamanda önemli bir müzisyensiniz. Müzikle irtibatınız nasıl başladı?
Sekiz yaşımda mandoline, on dört yaşımda gitara başladım. Gençken birçok amatör grup kurdum. Bana önemli bir müzisyen demeniz gönlümü ısıttı, çok sevindim. Ama açıkçası gerçek biraz farklı, müzikte yarı profesyonelliğin ötesine hiç geçmedim. Neden öyle oldu derseniz, Viyana’da profesyonel anlamda müziği ancak lokallerde yapabilirdim. Allah’ın rızasını kazanamamaktan korktuğum için bir dönem sonra bu tür yerlerde ortamın bir parçası olmak beni çok rahatsız etti. Böylelikle profesyonel anlamda ilerlemenin doğru olmayacağına karar verdim. Bu anlattığım; bir otuz sene oluyor ama o gün bu gün çay eşliğinde eşe dosta hâlâ çalar söylerim.
3. Edebiyatla müziğin arasında nasıl bir bağ var sizce?
İlk romanım Ve: Blues’la yola koyuldum. Blues nedir? Amerika’ya köle olarak götürülen ve bir kısmının kökeni muhtemelen Müslüman olan Afrikalıların çektikleri ızdırabın pamuk tarlalarında hüzünlü bir müziğe dönüşmüş hâli. Bu roman her ne kadar Orhan Pamuk’u kıkır kıkır güldürse de hüzünlü bir metin. Bu hüznü en iyi Blues sembolize ediyor. Romanımda Afro-Amerikan bir trompetçinin hayatından kesitler bulunuyor. Bu pasajları yazarken sıkça caz dinlediğimi hatırlıyorum. Aslına bakarsanız her iyi metnin bir tonu ve melodisi vardır desem, biraz sofistike olmakla beraber… Yani, bilen bilir, diyelim. Allah’ın yarattığı evrende müthiş bir ahenk var, öyle değil mi? İşte müzik bu ahengin ses titreşimlerine dönüşmüş hâli. Matematiğin insanın ruhuna işleyen türü.
4. Müziğin edebiyatı beslediği veya edebiyatın müziğinizi beslediği eserlerin diğer eserlerden bir farkı oluyor mu? Müzik-edebiyat harmanından ortaya çıkan bir eserin daha çok içinize sindiğini söyleyebilir misiniz?
Müzik zaten tüm evrenin dokusunda mevcut. Yani müziği edebiyattan soyutlamak imkânsız. Sanat türü olarak edebiyat, müziğin yanında daha mütevazı kalıyor, bile demek mümkün belki. Tabii, siz müziğin bilinç düzleminde belirgin olarak ön plana çıktığı edebî eserleri kastediyorsunuz. Tabii, güzel olur, gelsin.
5. İlk iki kitabınızı Türkçe yazdınız. Üçüncü kitabınızı Almanca yazdınız. İki dilde yazabilmek yazara ne gibi avantajlar sağlar sizce?
Avantaj açısından değerlendirme yapmakta biraz zorlanıyorum. Dil seçimi kendi başına oluşan bir süreç, kahramanlar sizi nereye götürürse oraya gidersiniz. Ben romanda bilinç akışı tekniğini kullanıyorum, yani konuyu karakterlerin kendi düşünce dünyasından anlatıyorum. Okuyucu kahramanların iç diyaloglarına şahit olarak konuyu takip eder. Üçüncü bir anlatıcı bulunmaz. Şimdi dil seçimi konusuna geliyoruz: Karakterlerim iç dünyalarında da kendi ana dillerinde konuşurlar ve düşünürler. Kafamda ilk beliren tiplemelerin konuşmalarına kulak veririm, onlar hangi ana dili kullanıyorlarsa eser o dilde devam eder. Bu şekilde yazının oluştuğu dil belirlenmiş olur. Yani eğer mutlaka avantajdan bahsedecek olursak yazar konuyu daha otantik bir şekilde işleyebilir, bu bir avantaj. Üçüncü kitabımda kafamda oluşan ilk tiplemeler Avusturyalı bir kadın olan Lisa ve onun çevresindekilerdi. Dolayısıyla roman Almanca gelişti, öyle devam etti. Eğer sorunuzda avantaj kelimesiyle daha geniş bir kitleye ulaşmayı kastettiyseniz, benim yazarken bu tür endişelerim hiç olmadı.
6. Diasporada yaşayan Türklerin edebiyat, sanat ve düşünceyle ilişkilerini uzun yıllara sâri gözlemlerinizden yola çıkarak anlatabilir misiniz?
Bu alanı iyi gözlemlediğim söylenemez ama aklıma ilk gelenleri paylaşayım. Öncelikle ‘diaspora’ kavramıyla bir türlü barışık olamadığımı fark ediyorum. Sosyologlar bizim yaşadığımız ortamın diaspora olduğuna dair bir fikir birliğine vardılar. Eskiden gurbet derdik, şimdi daha bilimsel bir kavrama dönüştü. Ama bana göre bu devirde ne gurbet var ne de diaspora. İnsanlar git gide internette yaşar hâle geldiler, orada kafanıza göre insanları bulduysanız yerli veya gurbetçi olma gibi bir derdiniz yok. Gerçek hayat da pek farklı değil, modern ulaşım araçları mesafeleri oldukça kısalttı. Yani diaspora anlayışı gün geçtikçe demode kalıyor. Ama sorunuz bu değildi tabii.
Türkiye dışında yaşayan Türklerin edebiyat, sanat ve düşünceyle ilişkileri nasıldır, şeklindeki sorunuza dönelim. Açıkçası insanlarımızın uzun zaman böyle entelektüel bir haşır neşirlik için ne fırsatları oldu ne de olanakları. Hikâyeyi biliyorsunuz, ağır çalışma şartları, dil problemleri, her alanda, özellikle eğitimde ayrımcılığa maruz kalış ve bir ton sorun daha. Ama zaman geçtikçe ve nesiller oturdukça ne oldu? Gençlerden sanata ve düşünceye ilgi duyanlar arttı. Sanat yapan Türkçe isimler kamuoyunda duyulmaya başlanır gibi oldu. Ama yine de bu insanlarımızın pek çoğu kendilerine ayrılan ‘mağdur sanatı’ çekmecesinden kurtulamadılar. Gerekli olduğu için veya kendilerinden öyle beklendiği için ayrımcılıktan dolayı mağdur olma çemberini kıramadılar.
Ailesiyle kahvaltı sofrasında şimdiye kadar hiç şiir, edebiyat konuşmamış bir insanın bir gereklilik nedeniyle edebiyata, sanata yönelmesi ne kadar kaliteli olabilir? Bu kalitesizlik bir müddet devam etti. Şimdi nasıl, bu kısıtlı durum artık aşılıyor mu? Bence evet. Bu çemberi aşabilenler kendilerini diğer sanatçılarla aynı potada eritebiliyor. Zaten kültür sanat dünyası yerli ve yabancı sanatçı ayrımını da artık pek algılamıyor. Bunu bugün için özellikle Rap alanında görüyoruz. Rap deyip geçmeyin, metinlere edebî bir gözlükle bakacak olursanız çok başarılı olduklarını görüyorsunuz ama maalesef Rap türünde ortam problemleri var, illegallik propagandası ön planda. Bu da can sıkıcı bir durum, çok yazık. Düzelecek inşallah. Bakalım gelecek bize ne gösterecek. Şöyle temiz, dört dörtlük eserlerle dünyayı sallayan yazarlar yurt dışı Türklerinden çıkar mı? Olur olur. Yazın arkadaşlar, kaleminize kuvvet.
7. Bir röportajda Almanca yazdığınız Dunya brennt romanınızı Türkçeye uyarladığınızı belirtiyorsunuz. Almanca yazdığınız romanı tekrar Türkçe yazmak nasıl bir deneyim? Romanın Türkçeleştirme sürecini sizden duymak isteriz.
Bir ruh, iki dil. İnsanda nasılsa kitapta da öyle. Tek ruhu iki dilde vermek kolay değil. Dunya brennt benden başkası tarafından tercüme edilince sonuç felaket oldu. Bunun üzerine bu görevi ben üzerime aldım ama elimden çok ağır iş çıkıyor. Her şey kısmet tabii, zamanı gelince olacaktır. Bu durumda romanı sanki tekrar yazıyormuşum gibi bir durum oluştu. Demek ki Almanca olarak bitmemiş, yayımlanmış olsa da. Romanı yaşayan bir eser olarak görsek ne olur? Devamlı gelişiyor ve siz yalnızca anlık kayıtlarını okuyabiliyorsunuz. Yazılıp kenara konulan eserler eski dünyanın eseri, desem çok mu uçuk olur? Evet, edebiyatta bu anlayış biraz ütopik ama aslında internette yıllardan beri “recycling” kuralı geçerli, bunu edebî eserlere de uygulasak ne olur. Ben 30 sene önce yazdığım Ve: Blues’u hâlâ kafamda yazmaya devam ediyorum mesela. Bir fikir. Yani kısacası, Dunya brennt tekrar yazılıyor.
8. Hep tek bir dilden yola çıkıp sonra diğer dilde düşünmeye mi başlıyorsunuz?
Hep değil ama bu son romanda aynen dediğiniz gibi oldu. Dunya brennt kitabında Avusturyalıların yanı sıra Türkler ve Suriyeliler de var. Bu kahramanlara Türkçe yazdığım zaman onlara daha sağlam yaklaşıyorum, düşünceleri daha kolay ve renkli akıyor. Metin değişmese bile Türkçeye çevirdiğim zaman o kişilerin ana dilleri de Türkçe olduğu için kendileri daha somut hâle geliyorlar.
9. Bir dilde yazarken diğer dilin anlam dünyasından/kodlarından da istifade ediyor musunuz?
Güzel soru. Galiba bu pek olmuyor. Ama içinde bulunduğum dilin ve kültürün tüm olanaklarını ve özel durumlarını kullanmaya özen gösteriyorum. Sanırım bundan dolayı benim metinlerimin çevirileri kolay olmuyor.
10. Karakterlerinizi kurgularken daha çok hangi coğrafyadan besleniyorsunuz?
Olay hangi coğrafyada geçiyorsa o coğrafyadan besleniyorum. Ama bir şekilde içimdeki Türk hep baskın çıkıyor ve bu da bana keyif veriyor. Başkalarının hikâyelerini yazmadığım, kendim olduğum zamanlar da bu böyle. Hangi ortamda olursam olayım, 41 sene Avusturya’dan sonra içimdeki Türk hâlâ her konuda baskın, dükkândaki kasiyerle konuşurken de, espri yaparken de, sorumluluk alırken de.
11. Hikâyenizin ritmini, tonunu ayarlarken müzik bilginiz size yardımcı oluyor mu?
Somut olarak müzik bilgisi demeyelim ama müziksel beklentilerim var tabii. Ritme özen gösteririm. Eğer ritmin düştüğünü hissedersem hemen olayın akışında bir sürpriz patlatırım okuru yerinden sıçratmak için. Okur, zihninde her şeyi kolaylıkla canlandırabilmeli, yazının tonunu içinde duyumsayabilmeli ve kristal gibi berrak biçimde hayal edebilmelidir. Yazının ritmi, okuru kendi hayal âlemine taşımalıdır. Eskiden yazdıklarım dil ağırlıklıydı, bir dil ustası olmaya özen gösterir, dille türlü türlü oyunlar yapardım. Ve: Blues böyle bir dönemin eseri. Yazarken bir hayli eğlendiğimi hatırlıyorum. Ama daha sonra anlatının ritmini ön plana aldım, dile belli belirsiz bir taşıyıcılık görevi vererek onu geri çektim ve ortaya Dunya brennt çıktı. Anlattıklarım bir hayli teorik, ansiklopedi okuyarak yüzme öğrenmeye çalışmak gibi bir şey. En iyisi kitapları okuyup iki yazar Ercüment Aytaç’ı birbiriyle kıyaslamak.
12. Karakterleri kurgularken hangi dilde konuştuklarına nasıl karar veriyorsunuz? Veya böyle bir karar veriyor musunuz yoksa kendiliğinden mi gelişiyor?
Yok, ona ben karışmam. Herkes kendi dilini konuşur. Bize kulak vermek düşer.
13. Roman ve öykü yazmak sadece bir dil ve sanat işi midir? Neden yazıyorsunuz? Okurlarınıza romanlarınızda ve öykülerinizde neden hikâyeler anlatıyorsunuz? Bundan sonra neler anlatacaksınız?
Dil işi, sanat işi, tutku, gözlemcilik, toplumsal sorumluluk, empati işi ve büyük bir bölümü de çocuksu bir oyun kurma hazzı. Benim kurgularımı ve diyaloglarımı hâlâ o çocuk yazıyor, divanda oturan dört yaşındaki Ercü. Bundan sonra beraberce neler yazarız bilmiyorum. Aslında biz yazarlar sıfırdan bir şeyler yaratmayız. Çünkü yaratma, yani yoktan var etme fiili yalnızca Allah’a mahsustur. Biz ne yaparız? Evrende zaten var olan bir metni sabırla bulup çıkarır, okuyucuyla buluşmasına vesile oluruz. Ben, şimdiye kadar evrende olmayanı ilk kez yazdım, kendim yazdım, kahramanlarımı ben oluşturdum falan diyen kişi saf bir yanılgı hâlindedir. İnşallah Rabbim bana bundan sonra güzel şeyler anlatmak nasip eder.
14. Vakit ayırdığınız ve düşüncelerinizi paylaştığınız için çok teşekkür ederiz. Dilerseniz yazarları ağırlıklı olarak diasporada yaşayan Telve dergisine varsa iletmek istediğiniz bir mesajla söyleşiyi sonlandıralım.
Güzel sorularınız ve beni derginizde konuk ettiğiniz için çok teşekkür ediyorum.
Ercüment Aytaç: Avusturyalı Türk yazar. Viyana ve İstanbul’da yaşıyor. Ve Blues, Sahtekâr Şırıltı kitaplarının yazarı olan Aytaç, Dunya Brennt adlı yeni romanında savaş travması geçiren insanlarla olan çalışmalarından edindiği tecrübeleri işliyor. Yazarın içinde bulunduğu dillerarasılık, farklı dünyaları incelikli bir anlatım tarzında ele almasına olanak sağlıyor.