Gri otobüs –Gölgede Eriyen

Cuma, Mayıs 10, 2024

Uzun zamandır beklenen haber geldi. Herkes yemek masasında sessizce otururken “Bekleme Senfonisi” çalıyordu. Telefonun sesi, müziği bölene kadar böyle sürdü. Gemi hazırdı, o soğuk mart akşamı yola çıkmak üzereydi. Küçük, cılız, paslı bir gemi, umudun tek aracıydı. O kadar eskiydi ki boyaları sulara dökülüyordu. Uzak bir şehre, vaat edilmiş bir toprağa demirleyecekti.

Vedalaşmak için kapıda sıraya girdiler. Belirsiz, dönüşü olmayan bir gidişti bu. Vedalaştıktan sonra kimse masaya dönmedi. İştahları da onlarla yola koyulmuştu. Çorba soğudu. Ekmek kurudu. Suda çözülen aspirin köpürmeyi durdurdu. Gitmeden önce, kendisini neyin beklediğini bilmediğinden el yazısıyla bir mektup hazırlamıştı. Geride iki kızının dışında hiçbir şey bırakmamıştı. Annesi, tıpkı gemiden ayrıldığı geceki gibi koyu mürekkepli mektubu okurken ağlayarak birkaç kelime fısıldayabildi. “Kızlarım sana emanet!” Kırık gramofondan bu yorgun nakarat tekrarlandı durdu.

Babası çok ağladı. Yaşlı adamın gözlerinden daha önce benzeri görülmemiş yaşlar aktı. Onu ağlarken ilk ve son kez göreceklerdi. Gözyaşları kururken karaya çıkmayı başaranların listesiyle ilgili haberleri izlemek için televizyonu açtı. Dilini anlamasa da adını kesinlikle tanıyacaktı. Ne de olsa ad, bütün dillerde aynı şekilde telafuz edilirdi.

Televizyon gece gündüz açıktı. Elektrikler yoksa radyoyu açıyordu.

Beş kişilik masa, yemek odasının köşesine yerleştirilmişti. Sandalyesi boş kaldı. Annesi onu oradan bir türlü kaldıramıyordu. İnatla “Oğlumu gömmedim, gurbete gönderdim. O dönene kadar sandalyesi orada kalacak.” diyordu. İstese kaldırır, sahibi geldiğinde geri koyabilirdi. Böylece herkes daha az acı duyardı. Ama hayır! Sandalye görevini titizlikle yapıyor, oğlunun yokluğunu hatırlatıyordu. Ahşap, hasır veya demir sandalyelere benzemiyordu. Hasretten yapıldığı, acıyla boyandığı, yoklukla süslendiği için diğer sandalyelerden farklıydı. Bu yokluk bütün yemeklerimize sirayet etmeliydi. Karşımızda dimdik oturmalıydı. Masanın başında değil, tam ortasında.

 ***

Sımsıcak bir Ağustos günüydü. Denizin en uzak, en berrak noktasına ulaşmak için tepeye tırmanırken, kilometrelerce yürürken yorgunluktan ölecektik. Oradan Kral Zog’un şatosu net bir şekilde görülebiliyordu. İlk ve tek kralımız. Şatosu hazinelerle doluydu. Sonra onu birileri çalıp kaçtı.

Bitkin bacaklarım yüzünden babam sırtında taşırdı beni. Çatlayan dudaklarımdan, yanan cildimden deniz acısı gitmiyordu. Elime alır almaz eriyen sütlü dondurmanın tadı damağımdaydı. Arka planda Kallmi’nin killi kumlarına çarpan o eski plastik Çin sandaletlerinin sürüklenme sesi geliyordu. Yazın sonlarıydı. Birlikte geçirdiğimiz son yazdı. Bilseydik belki de sonbahardan birkaç gün daha ödünç alabilirdik.

Gemi terk edilmiş vaziyette deniz kenarında demirliydi. Dalgaların sonsuz ritmiyle sallanıyordu. Orada buluyor, aynı yere bırakıyorduk.

Yola çıktığında bu tekne kadar küçük değildi ama Fellini ya da Kamerun flmlerinde görülen, vaat edilmiş topraklara giden o muhteşem gemilerden daha küçüktü.

Babasız çocuğa yetim deniliyorsa göçmen çocuğa ne ad verilir acaba? Bu tür terk edilmiş çocuklara henüz bir ad verilmemesi ilginç. Bir mutfak eşyası olsaydı, aradığınızda asla bulunmayan fırın eldivenlerine benzerdi. Özellikle en çok ihtiyaç duyulduğunda ortadan kaybolanlardan. Ellerin birkaç kez yanması gerekir ki parmaklarla eldiven arasında sessiz bağ ya da gizli bir çağrı oluşsun.

Babam gittikten sonra onun hayali o kadar küçüldü ki yılda sadece yirmi gün ortaya çıkan bir görüntüye dönüşmüştü. Bir ağustostan yirmi ağustosa kadar. Artık tam zamanlı veya yarı zamanlı bir baba değildi. Sadece “Yirmi günlük baba!”ydı.

Ders sırasında öğretmen, ailemiz hakkında bir kompozisyon yazmamızı isterdi. Kâğıdım boş kalırdı.

 — Babanın adı ne?

— Babama göçmen denir

— Nerede şu an?

— Göç etti!

— Hayatta mı?

— Sanırım öyle, emin değilim. Ama o gemiyle yola çıkan kişilerin hiçbiri bir daha geri dönmedi. Plajda geçen günlerimizi, erimiş dondurmanın tadını, denizanasının zehrini de yanında götürdü. Bütün bunları düzgünce katlayıp cebine koydu ama anılar Adriyatik Denizi’nin tuzlu suyunda, o yabancı ülkeye varana kadar dondurma gibi eridi.

Kitaptan bir bölüm okumak için tıklayın. 


İlgili Haberler

telve
Telve

Dilara Gündüz’ün “Avusturya Göçü’nün 60. Yılı” sergisi, sadece fotoğraflarla değil, aynı zamanda derin insan hikâyeleriyle de

Perşembe, 21 Kasım 2024

baglar
Bağlar

Aliya’nın yakın dostu Mustafa Spahic ile Aliya ile tanıştığı yıllardan bugüne Aliya’yı ve onun düşünce mirasının anlamını kon

Çarşamba, 20 Kasım 2024

duyurular
Duyurular

Sözleşmeli Bilişim Personeli Alım İlanı

Çarşamba, 20 Kasım 2024