Hepimizin Akrabası: Cengiz Dağcı
Cuma, Eylül 20, 2024Cengiz Dağcı Kırım’ı ve Kırımlıları bir nakış gibi işlemişti eserlerine. Tüm yazdıkları kaybettiği yurdunu yaşatmak adınaydı. O yurdunda yaşayamadı, ama yurdunu eserlerinde yaşattı.
Bundan 103 yıl önce, Kırım’ın yeşil dağlarla çevrili, Yalta’ya bağlı beldesi Gurzuf’ta, zor bir zamanda, 9 Mart 1919’da dünyaya gözlerini açmıştı Cengiz Dağcı. Zor yıllar ve zor bir coğrafyaydı içine doğduğu; çünkü Rus emperyalizminin baskı ve zulmü ve buna bağlı kıtlık halklara nefes aldırmıyordu. O, işte böyle çetin bir zamanda var olmanın yükünü ömrü boyunca sırtlayacaktı.
Babası Emir Hüseyin Ağa, annesi ise Fatma Hanım’dı. Kırım’daki herhangi bir Tatar Türkü aileden birisiydi ailesi. Çocukluğu dört yaşına kadar Gurzuf’ta, on üç yaşına kadar da Gurzuf’a bağlı Kızıltaş köyünde geçti. Özellikle büyüdüğü köy Kızıltaş, onun muhayyilesini süsleyen en önemli motifti.
Kırım’ın bereketli ve eşsiz doğası, Sovyet ülkelerinde yaşanan kıtlığa rağmen, Dağcı’ya güzel bir çocukluk hediye etmişti. Okul çağında edebiyata merak salan Dağcı’yı en çok etkileyen yazarlar Ömer Seyfettin ve Puşkin oldu. Eşsiz doğasıyla Puşkin ve Çehov gibi büyük edebiyatçıları kendisine çeken doğduğu topraklar bu sefer, kendi hikâyesini yazacak bir kalemi sivriltiyordu. Puşkin’e bir mesire, Çehov’a şifa olan topraklar, Cengiz Dağcı’yı ise hasretiyle eğitti.
Dağcı’nın mutlu geçen ilk çocukluk yıllarının ardından Stalin’in kanlı siyaset rüzgârları Kırım’ın görkemli bahçelerini de vurmaya başladı. Stalin’in yönetime geçmesiyle Kırım Türklerinin zor günleri de başlamıştı.
“Kolhozlaştırma” siyasesetiyle zorla toprakları ellerinden alınan Kırım Türkleri, komünist rejimin gadrine uğrayan milletlerin başında geliyordu. Kırım Türkleri bağlarını, bahçelerini, umutlarını ve yarınlarını topyekûn sonu görünmez bir yolun başlangıcında terk etmek zorunda kalmışlardı. Cengiz Dağcı’nın çocukluk yılları bu acılarla yoğrulmuştu ve Dağcı o günleri şöyle anlatıyordu:
“Kızıltaş’tan çıkardıkları köylüleri GPU askerlerinin açık kamyonlarla Yalta’ya taşıdıklarını, içerisinde oturduğum evin penceresinden kendi gözlerimle görüyordum. Akrabalarımız da vardı aralarında. Yalta otoyolunun kenarında yumruklarıyla kendilerini döven analar, ağlaşan kızlar ve çocuklar kalıyorlardı Kızıltaş’tan uzaklaşan kamyonların ardında. Nereye götürüyorlardı kocalarını? Niçin götürüyorlardı babalarını? Kimse bilmiyordu, niçinini, nedenini. En küçük bir açıklama yapılmıyordu yetkililerce, Kızıltaş’ın yüzyıllardır değişmeyen hayatı değişiyordu günden güne.”
Dağcı’nın babası da kolhozlaştırmaya karşı çıkan diğer köylülerle birlikte gerekçesiz bir şekilde tutuklanıp Akmescit hapishanesine götürülmüştü. Emir Hüseyin Ağa’nın tutuklandıktan altı ay sonra Akmescit’te ikamet etmek şartıyla serbest bırakılmasının ardından Dağcı ailesi, Kızıltaş’tan kırk beş kilometre uzaktaki Akmescit’e taşınmak zorunda kalmıştı. Bu, Cengiz Dağcı’nın hem doğduğu yer Gurzuf’tan hem de büyüdüğü yer Kızıltaş’tan uzun vadeli ilk uzaklaşmasıydı. Belki de kader onu ileride yaşayacağı ayrılıklara ve uzaklıklara alıştırıyordu.
Kızıltaş’ı ve Gurzuf’u artık yalnızca yaz aylarında görebilen Dağcı için Akmescit gurbetin ilk adresiydi. Buradaki ortaöğretim yıllarından sonra 1937 yılında Pedagoji Enstitüsü’nün tarih bölümüne girecekti. Öğrenciyken bir yandan da haftanın belli günlerinde Komsomolets gazetesinin bürosunda nöbetçi muharrirlik yaparak TASS Ajansı’nın haberlerini matbaaya yetiştirecekti.
Kendisinin edebiyata olan ilgisinin de şekillendiği ve bazı yerel gazetelerde şiirlerinin yayımlandığı dönem de yine bu zamanlardı. Yurduna bağlı, çalışkan ve münevver olma yolunda ilerleyen bir gençken; doğduğu yıllar gibi ömrünün baharı da gelip başka bir zorlu döneme, II. Dünya Savaşı’na çatmıştı. 1939 yılı onun topraklarını kıtlığa mahkûm eden rejim için askerliğe mecbur edildiği yıldı. 1941 yılında Almanların elinde 7 ay esir kalmış ve bu süreçte Ukrayna'daki Kirovograd esir kampına götürülmüştü. Kendisiyle yapılan bir röportajda “Almanların esir kamplarında yaptıklarını hiç unutamam.” şeklinde bahsedecekti sonra o ızdırap dolu günlerden. 1942 Nisan ayında fiziksel olarak sona eren bu ızdırabın yankıları ise çoktan onun ruhunun derinliklerine ulaşmıştı.
Dağcı 1942 Nisan ayından sonra kendisi gibi 30 bin esirle birlikte Uman Kampı’na giderek orada Almanların oluşturduğu lejyonlardan biri olan Türkistan lejyonuna katıldı ve Varşova’ya giderek burada altı ay boyunca subaylık eğitimi aldı. Yüreği o yıllarda gamalı haç ile kızıl yıldız arasında eziliyordu. Kırım ise onun için çölde kendisini peşinden sürükleyen bir serap gibiydi. Nereye giderse orası Kırım değildi. Yurdunu kaybetmişti, yurdu neredeydi?
Kırım için felaket yine ayrı seyrinde devam ediyordu. Rus çekicinin yerini Alman demir yumruğu alıyor ve yine Kırım Türkleri zulme maruz kalıyordu.
1942 yılının Eylül ayında izinli bir Alman subayı olarak Kırım’a giden Cengiz Dağcı, bunun ailesini ve yurdunu son görüşü olduğundan habersizdi.
1944’te hâkimiyet tekrar Rusların eline geçecek ve Kırım yine komünizm etkisi altına girecekti. Bu gelişme bir yandan da bugüne kadar şahit olunanlardan daha büyük bir zulmün ve sürgünün de ayak sesleri olacaktı. Ve tarihin utanç perdesi açılacak, 18 Mayıs 1944 sabahı 250 bin Kırım Tatarı hayvan vagonlarına bindirilerek Özbekistan’a sürgün edilecekti.
1943 yılında Kırım’ı yeniden görmek için yola çıkmış ve savaş şartları nedeniyle 4 ay mecburi olarak Varşova’da kalmıştı. Burada hayatının en önemli karşılaşmalarından birini yaşadı: Ölene kadar birbirlerine yoldaşlık edecekleri eşi, Regina’yla tanıştı. Bu Polonyalı genç kız Cengiz Dağcı’nın karanlık günlerine bir umut ışığı ve gurbetin yükünü taşıyan yorgun omuzlarına bir dayanak olmuştu. Tanıştıkları sıra Regina, Rus klasiklerden Rusçayı öğrenmeye çalışan bir Polonyalıydı, kendisi ise Rusça konuşan Türk bir Alman subayı…
Diğer taraftan Rusların ilerleyişi sürüyordu. Türk olduğu için Ruslardan, Rus diye de Almanlardan zulüm görmüştü. Şimdi ise bu sefer Alman askeri olduğu için bir kez daha komünist rejimin kıskacında kalma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. O dönem Regina’nın yardımıyla Almanlara karşı savaşan Polonyalıların oluşturduğu Armiya Krayova adındaki örgüte sahte bir kimlikle, D. Suwarski ismiyle katıldı. Ardından tekrar Varşova’ya, oradan Frankfurt-Oder’e geçip Tatar Millî Komitesi’nde çalışmaya başladı. Bir anlaşmazlık dolayısıyla Berlin’e giderek çalışmalarına Yaş Türkistan gazetesinde devam etti. 1944 Kasım ayında ise Regina’yla yolları Berlin’de yeniden kesişti. Bu dönem tam da II. Dünya Savaşı’nın en korkunç dönemlerine denk gelmişti.
Dağcının kalemi ise şahit olduklarına sessiz kalamamış ve yazmaya koyulmuştu. İşte onun en bilinen romanlarından Korkunç Yıllar ve Yurdunu Kaybeden Adam da bu süreçte ortaya çıkmıştı. II. Dünya Savaşı’nın bitmesiyle Regina’yla birlikte Viyana’ya gitmek için yola çıkan Dağcı, bindikleri trenin Amerikan uçakları tarafından vurulmasıyla kolundan yaralanmıştı. Yaşananlar üzerine İsviçre’ye geçmek isteseler de Amerikalı askerler, onları diğer mültecilerle birlikte Avusturya’daki Landeck Mülteci Kampı’na götürdü. Bu kampta Regina’yla evlendiler ve Arzu Ursula adındaki kızları da bu kampta dünyaya geldi. Zor yıllar kendi doğumundan kızının doğumuna dek devam ediyordu. Daha sonra ise İtalya’daki Barletta Mülteci Kampı’ndaki 10 aylık yaşamlarının ardından Kasım 1946’da İngiltere’ye oradan da hayatlarının büyük bir bölümünü geçirecekleri Londra’ya göç ettiler.
Sonra bir gün 50 küsur yıl birbiri için atan iki yürekten birisi durdu. 13 Ocak 1998’de hayatını kaybetmesiyle Regina’nın yüreği de artık Cengiz Dağcı’nın yüreğinde atmaya başlamıştı. Ta ki Dağcı’nın da yüreğinin durduğu 22 Eylül 2011’e kadar…
O, II. Dünya Savaşı’nın kaydını tarihî bilgiler ve somut deliller üzerinden değil, yaşadığı acı tecrübelerin yazar muhayyilesinde bıraktığı derin izler üzerinden tutmuştu. Bu yüzdendir ki onun eserleri Türk edebiyatında, II. Dünya Savaşı’nın insanlar üzerindeki psikolojik ve sosyolojik etkilerinin izlenebildiği en önemli edebî eserlerin başında gelir.
Türkiye Türkçesini öğrenene kadar eserlerini Kırım Türkçesiyle yazmıştı hep Dağcı. Ancak sonra bir mülteci kampında karşılaştığı Kırımlı Zöhre Karabaş’ın Türkiye’ye yerleşerek kendisine Türk romancılarının eserlerini göndermesiyle Türkiye Türkçesiyle tanıştı. Ardından Sadık Turan’ın Hatıraları adı altında yazdığı eserleri Türkiye Türkçesine çevirmeye başladı. Korkunç Yıllar ve Yurdunu Kaybeden Adam adı altında iki ciltte yayımlanan bu eserlerini Varlık Yayınları basmıştı. Anlatılana göre Varlık Yayınları’nın sahibi Yaşar Nabi Nayır, Dağcı’dan gelen müsveddelerin daha ilk sayfalarında nasıl kuvvetli bir kalemle karşılaştığını anlamıştı. Gönderdiği müsveddelerde kendisinden şöyle bahsediyordu Dağcı:
“Elhamdülillah Türk’üm, Müslüman’ım ve bu notlarımda yazdığımın hepsinin de hakikat olduğuna yemin ederim.”
Daha sonraki süreçte ise Dağcı eserlerini Türkiye Türkçesinde kaleme almaya devam etti. Türkiye’de yaşayan Kırımlıların da büyük ilgisiyle kısa sürede önemli bir ses getiren Cengiz Dağcı, böylelikle Türk edebiyatının usta kalemlerinden birisi hâline geldi.
Yıllar sonra Türkiye’den kendisini ziyarete gelenlere anlattığına göre; Türkiye sevgisi ve merakı içine sığmayan Dağcı, bir gün Londra’daki Türk Konsolosluğu’na başvurarak Türkiye’ye gitmek istediğini söyledi. Ancak ne yazık ki konsoloslukta kendisine hiçbir akrabası bulunmazken Türkiye’ye gidemeyeceği uyarısı yapılmıştı. Konsolosluktan çıkarak gözyaşı döken Cengiz Dağcı gözyaşlarının sebebini şu sözlerle anlatmıştı: “Ben Türkiye’deki herkesin bana akraba olduğunu sanıyordum.”
45 yıllık edebî hayatına 25 eser sığdıran Dağcı’nın eserlerinin kaynağı onun hayal gücü değil; gözlerinin gördüğü acılar, kulaklarının işittiği feryatlar ve kalbinde duyduğu sızılardı. Romanlarında işlediği karakterlerin çoğu da Kırım’da tanıdığı insanlardı. O Kırım’ı ve Kırımlıları bir nakış gibi işlemişti eserlerine. Üstelik hayatının acı tatlı tüm tecrübeleri de kalemine farklı bir güç kazandırmıştı. Yalın dili ve etkileyici tasvirleriyle Korkunç Yıllar, Yurdunu Kaybeden Adam, Onlar da İnsandı, O Topraklar Bizimdi ve Ölüm ve Korku Günleri gibi romanlarında savaşın ağırlığını, savaş şartlarında yurdundan kopan insanları durmadan anlattı. Tüm yazdıkları kaybettiği yurdunu yaşatmak adınaydı. O yurdunda yaşayamadı, ama yurdunu eserlerinde yaşattı.
Hedef kitlesi Kırım Türkleri de değildi sadece üstelik. O, acılar içindeki her bir Türk yurdunun acısını da sahiplendi. Korkunç Yıllar romanındaki şu bölüm, Cengiz Dağcı’nın düşünsel haritasını yansıtması açısından dikkat çeker:
“Bahçesaray’dan Kaşgar’a varana kadar binlerce minaremiz göklere uzanıyor. Bize Tatar diyorlar, Türkmen diyorlar, Kazak diyorlar, Özbek diyorlar, Azeri diyorlar, Karakalpak, Uygur, Kabardin, Başkurt, Kırgız diyorlar. Bunlar hep yalan! Deniz parçalanamaz, biz Türk’üz!”
Türk dünyasına bu bütünlüklü bakışı onu bütün Türk milletinin yazarı yapmıştı şüphesiz. Bu yüzden de onun Türkiye’de, Azerbaycan’da ve Türk adının geçtiği her yerde sayısız akrabaları olmuştu. Dağcı, 2011 yılında yurdundan çok uzakta, Southfield’de hayatını kaybetti. Cenazesi Türkiye’nin girişimleriyle çocukluğunun geçtiği Kırım’daki Kızıltaş köyüne defnedildi. Bu yazıyı esareti de hürriyeti de yaşayan ve ait olduğu toprakları sürekli içinde taşıyan Cengiz Dağcı’dan ders niteliğinde bir cümleyle bitirmek gerek:
“Yurdunu kaybeden adam için hürriyetin bile bir manası kalmadığını şimdi anlıyorum."
Kaynaklar:
Alim Kahraman, “Cengiz Dağcı”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (2020 yılında gözden geçirilmiş 2. Basım/EK-1. Cildi), ss.300-301.
Cevat Özyurt, “Nostalji Olarak Edebiyat: Cengiz Dağcı’nın Küçük Yurdu”, Türk Dili, cilt.17, sa.713, ss.31-41, 2014.
Yazar Cengiz Dağcı'nın Hayatı - Türk Dünyasının Enleri - TRT Avaz: https://www.youtube.com/watch?v=rDAso02i9EQ