Kim Mehmeti: Eserlerimde “İnsan Kalmanın” Zorluklarını Anlatıyorum

Salı, Mart 21, 2023

Kim Mehmeti, 1955 yılında Üsküp’ün Gërçec köyünde doğdu. Edebiyat; roman, öykü, deneme kategorilerinde eserler vermiş yazarın şimdiye kadar ondan fazla çalışması yayımlanmıştır. Eserleri Fransızca, Almanca, Bulgarca, Hırvatçaya çevirilmiş olan yazarın Türkçeye kazandırılmış eserleri ise Kuyu ve Üsküp Dilencileri’dir. Kim Mehmeti’yle bu sayımızda kimliği, kimliği tehdit eden unsurları; kendisinin edebî yolcuğunu, edebî kişiliğini inşa eden meseleleri, çizgileri ve sınırları konuştuk.

Çocukluğumu ve ilk gençlik yıllarımı, Yugoslavya’dan Arnavutları ve Türkleri daha doğrusu tüm Müslümanları temizlemek isteyen Tito zamanında İstanbul’a göç eden akrabalarımda geçirdim. Farklı şehir ve mekânlardaki güzel anılarım ve kazandığım tecrübeler benim hayatımda unutulmaz izler bıraktı. Bu hususların beni ben yaptığını ve edebî kişiliğimi etkileyip inşa ettiğini ifade edebilirim.

SÖYLEŞİ: NADA DOSTİ

ÇEVİRİ: FURKAN ŞABAN

Amin Maalouf’un kimlik hakkında ona has bir açıklaması var. Ona göre kimlik sadece ait olunan millet, din, ırk, cinsiyet gibi statik olan özelliklerden ibaret değildir. Önemli olan bu özelliklerin, insanın hayatında mozaik gibi özelleşmesidir. Bu minvalde kimlik ve aidiyet hakkında neler söylersiniz?

Kimlikleri topoğrafik haritaya benzetebiliriz. Bu harita, toplumun ve bireylerin (morfolojik) yapısını ve izohipsini (eş yükselti) gösterir ve her harita gibi statik olmayıp zamanla değişikliklere uğrayabilir. Bu harita aynı zamanda bireyin kişiliğini ve mensup olduğu etnik grubu da yansıtır. Başka bir ifade ile kimlik, kişinin kendisi hakkında bilgisi ve hissettikleridir. Kısaca kimlik kişinin kendisini Arnavut, erkek, Müslüman, Avrupalı vs. olarak tanımlamasıdır, ancak bunlarla birlikte kimliğin oluşumunda sadece fiziksel özellikler değil, aynı zamanda ahlak gibi manevi özellikler de önemlidir. Kısaca toplumsal ve bireysel kimliğin statik ve önceden belirlenmiş olmadığının altını çizmek gerek.

Peki, kimliğin muhafaza edilmesi ya da kaybedilmesi nasıl gerçekleşir? Kimliği nasıl kaybeder, nasıl koruruz?

Kimliğin muhafaza edilmesi dil, kültür ve geleneği korumakla birlikte ahlak, vicdan ve duyguları korumakla da gerçekleşir. Daha önceleri toplumsal ve bireysel kimliği korumak daha kolaydı ve kişinin iç dünyasına daha fazla önem verilirdi. Eskiden bizim yaşadığımız bölgelerde, insanların fit vücuda sahip olması için fitnesslar ve dış görünüşünün daha şık görünmesi için mağazalar yoktu; fakat genel kültürünü ve ilmî birikimlerini geliştirmek için kütüphaneler vardı. Bu yüzden eskiden insanın şişman olması değil aklının kıt olması ayıplanırdı.

Manevi zenginliğin değersizleştiği ve dış görünüşün her şeyi belirlediği günümüz globalizm döneminde fakirin, mazlumun ve zayıfın kendi kimliğini muhafaza etmesi imkânsıza yakın bir şey. Gerçekte kim ve nasıl birisi olduğuna bakılmaksızın, pahalı ve şık elbiseler giyene değer gösteriliyor. Maalesef insanı insan yapan iç değerlerin aksine insanın dış görünüşüne daha çok değer verildiği bir dönemde yaşıyoruz. Bugün kimliğimizi bedensel güzellik ve giyim belirliyor; görünmeyen ve insanlığımızla ilgili olan kısım ise her gün kan kaybediyor.

Değerler dünyasının altüst olduğu bu dönemde insana unutturulmaya çalışılan bir hakikat var: İnsan, ne kadar ahlaki değerlerden uzaklaşır, vicdansız olur ve farkındalığı azalırsa insanlıktan o kadar uzaklaşır. Tam da bu yüzden insanların dış görünüşünün güzelleştikçe iç dünyasının çürüdüğünü görüyoruz. Amaç, bizi biz yapan bütün değerlerin yok edilmesi ve küresel kapitalist sistemin ürettiği insan tipolojisinin (dış görünüşü güzel insan) örnek alınmasını sağlamak. Örneğin kadınların estetik ameliyatlarla tek tipleşmesi de bu kapitalist sistemin dayattığı insan tipolojisine uymak için. Şimdilerde sakallı olmasına rağmen kadın vücuduna sahip olan erkeklerin ortaya çıkması gibi değişik olaylara da şahit oluyoruz. Tüm bunlar göstetiyor ki bireysel ve toplumsal kimliğin korunması gün geçtikçe zorlaşıyor!

Kimliğe karşı bir tehdit olarak lanse ettiğiniz bu durumlar bir yazar olarak sizi nasıl tetikliyor? Bunları eserlerinizde nasıl işliyorsunuz?

Eserlerimde tarihte unutulmuş olmakla birlikte tarihin seyrini değiştiren fakat günümüzde kaale alınmayan ve tarihin mihrakından dışlanan kişilerin kimliklerine değinerek tehdit altında olan değerlerimizi gün yüzüne çıkarmaya gayret ediyorum. Örneğin Üsküp Dilencileri isimli romanımda zenginler ve hükümdarların inşa ettikleri camilerin, okulların, medreselerin, büyük yapıların fakirler ve yoksullar tarafından kullanılmadığı müddetçe bir anlam ve değer ifade etmediğini vurguluyorum. Buna ilaveten toplumda zenginler kadar bilinmeyen ve hayalleri yoksayılan fakir işçilerin emekleri olmaksızın okul, medrese gibi büyük yapıların inşa edilemeyeceğini zikrediyorum. Tüm bunlar bize kimliğimizi hatırlatan detaylar.

Kim Mehmeti'nin Türkçeye çevrilmiş ve en bilinen romanlarından Üsküp Dilencileri.  

Üsküp Dilencileri eserinizden bahsetmişken siz, şunu da sormak isteriz: Okurlarınız ve özellikle komünist rejimin tatbik edildiği dönem hakkında çok fazla bilgisi olmayan genç nesil, kitabınızı okuduklarında nelerle karşılaşacaklar?

Okurlarımın kitaplarımı okuduklarında neyle karşılaşacaklarını tam olacak bilemiyorum; fakat kitaplarımın okurla buluştuğunda karşılaşacağı durumu tahmin ediyorum: Kitaplarım onlara ya yeni bir duyum ve bakış açısı kazandıracak ya da hiçbir şey sunamayacaktır.

Üsküp Dilencileri romanı, insanların merhametini isteyen ve Allah’ın rahmetini arzu eden bütün dilencilerden, daha doğrusu kendisi kalarak insanların içinde hayatlarına devam etmek isteyen dilencilerden bahseder. Bu romanda ayrıca yalnızlık çeken ama annesinin ninnilerini hatırladıkça asla yalnız olmadığını da hissedenlerden bahsetmeyi unutmadım. Ek olarak romanımda, lüks içinde yaşayan zenginler kadar Allah’a şikâyet etmeyen garibanları da ele aldım.

Çocukluğumda annemden dinlediğim ninnileri hiç ama hiç unutmam. Ninniler, hayal dünyamda parlayan yıldızlar gibiydi. Her ninni dinlediğimde yıldızları avucuma alır gibi hisseder, yıldızların saçtığı ışıltıyı yoksulluğumuzun sofrasına koyar ve tatlı uykuma daldığım yatağıma serperdim. Böylece yoksulluğumuzu çocukluğumuzun güzellikleriyle, ebeveynlerimizin sevgi, ilgi ve alakalarıyla ve dinlediğim güzel ve anlamlı ninnilerle zenginleştirirdim.

Ben de bu yüzden Üsküp Dilencileri’nde çocukları susturmak ve oyalamak amacıyla çocuklarına cep telefon veren annelerin aksine, bizi sımsıkı saran ve kalp atışlarını dinledikçe cennetin sesini duyar gibi uykuya daldığımız annelerimizden bahsettim. Annelerimizin o sıcacık sarılışlarından mahrum kalmak bizim için evsiz kalmak gibiydi. Tıpkı günümüzdeki çocukların kendilerine telefon ve tablet verilmediği zaman “kayboldukları” gibi...

Üsküp Dilencileri ve diğer tüm eserlerimin ana konusu, insanı insan yapan, iç dünyasını oluşturan değerlerle (ahlakı, duyguları, vicdanı, farkındalığı…) birlikte insan olmanın ve insan kalarak ömrü tamamlamanın ne kadar zor olduğudur. Buna ilaveten eserlerimde insanın iç dünyasında, hayal kırıklıklarından ve hayatın zorluklarından oluşan bir hazinesinin, bir incinin saklı olduğunu ve hayalleriyle kişinin bunu keşfedip çıkarabileceği gerçeğini de anlatmaya gayret ediyorum. İnsanın içinde sır gibi gizli olduğu kadar inci gibi parlak değerler ve acımasızca yok edilen yüzlerce düş ve arzunun enkazından oluşan gerçekler hakkında da yazıyorum.

Yazar ve okur arasındaki iletişime dair de fikirlerinizi merak ediyoruz. Yazarın yazdığıyla okurun anladığı şey her zaman aynı mıdır?

Eserlerim, benim ifade etmek istediklerimin aksine okurlarımın anladıklarını anlatır. Ben ne yazdığımı biliyorum, ama sadece okurlarım yazdıklarımla aslında ne anlatmak istediğimi tam olarak bilebilirler. Dolayısıyla eser, yazarın yazdıkları ile birlikte okurun anladığı ve onlardan çıkardığı “anlamları” da içinde barındırır.

Bu bakış açısından yola çıkarak edebî eserlerin bile bir “son kullanma” tarihi olduğuna ve okuyucuya hiçbir şey kazandıramayacakları bir günün de gelebileceğine inanıyorum. Bu yüzden birçok eserin unutulabileceği ama hiçbir değerli eserin unutulmayacağı inancıyla yaşıyor ve yazıyorum.

Farklı iş ve uğraşlardan kazandığınız tecrübeler sizin kişiliğinizi inşa ettiği gibi edebî tarzınıza da etki etmiştir diye düşünüyoruz. Bu farklı tecrübelerin edebî kişiliğinize etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Birçok fakülte değiştirdim, dünyayı dolaştım ve farklı meslekler icra ettim. Çocukluğumu ve ilk gençlik yıllarımı, Yugoslavya’dan Arnavutları ve Türkleri daha doğrusu tüm Müslümanları  temizlemek isteyen Tito zamanında İstanbul’a göç eden akrabalarımda geçirdim. Farklı şehir ve mekânlardaki güzel anılarım ve kazandığım tecrübeler benim hayatımda unutulmaz izler bıraktı. Bu hususların beni ben yaptığını ve edebî kişiliğimi etkileyip inşa ettiğini ifade edebilirim.

Şunu da söylemem yerindedir: Sanat, hayal gücünün bir ürünüdür. Hayal gücünün zengin olması kişinin iç dünyasının beslendiği hususlara bağlıdır. Nitekim edebî bir ürün ortaya koymak, kişinin yaşadıkları ve hayal ettiklerinin sentezi yani hatıra ve duyguların birlikte dokunmasıdır. Yazarın eseri de yaşadıkları, hissettikleri ve hayal ettiklerinin bir yansımasıdır. Evet, bu yüzden yazarın hayatı ve yaşadıkları, onun edebî yönünü besleyen en önemli hususların başında gelir diyebilirim.

Biz Arnavutların Türkiye’ye göç etmek ya da ana dilimiz olan Arnavutçanın kalesine sığınıp bizi yöneten devletin diliyle eğitim görmek arasında bir tercih yapmamız gereken yıllar, bende derin izler bırakmış ve derin yaralar açmıştır. Nitekim bir şeyler karaladığımda, çocukluk dönemimde hayata tutunmak için ana dilimin dışında Slav dilini öğrenmem ve Slavların yaşadığı bölgeye, nehrin öte tarafına geçmem gerektiği günleri hatırlarım. O dönemde her attığım adımda kendi ana dilim olan Arnavutçayı, öz kültürümü ve hayallerimi korumamın ve kurtarmamın önemini anlar ve iç dünyam bu duygu ve düşünceyle taşardı.

Peki, çocukluğunuzda anadilinizle bağınız nasıldı? Anadilinize karşı nasıl bir duyarlılık geliştirmiştiniz?

Çocukluğumda annemin söylediği ninni ve şarkılarından yola çıkarak cennetin dilinin Arnavutça olduğu düşüncesine kapıldığımı hatırlıyorum. Gizlememe rağmen bu düşüncemi yüzümden okuyan babam “Kendini aldatma oğlum. Cennette Arnavutça konuşulmayacaktır. Çünkü orada çok az Arnavut var. Arnavutların sayısının cennette az olmasının nedeni ise kendi kendilerine kötülük yapmalarından kaynaklanır.” derdi. İç dünyamdaki yazar, bazen çok uzaklardan sesler duyar. Babamın  “Sadece yabancılar değil, biz bizzat kendimiz yaşadığımız yeri cehenneme dönüştürdük.” sözü gibi… İçimdeki yazara hatıralarımı unutturabilecek bir güç yok.

Geçmişe ait en çok hangi anı zihninizi meşgul ediyor? Var mı zihninizde dönen ve içinizdeki yazarı en çok meşgul eden bir anı?

 Babamız evde olmadığı zamanlarda, çardakta annemin etrafında yedi kardeş otururduk ve annemiz, içimizdeki korkuyu gidermek için ya da bizi sakinleştirmek için bir şeyler mırıldanırdı. Yoksa gökyüzünü süsleyen yıldızları uyutmak için miydi bu şarkı ve ninniler? Bence annemin bütün sözleri Allah’a niyazından ibaretti. İtiraf etmeliyim ki annem her Allah’a yöneldiğinde güzelleşiyor, melekler gibi oluyor, yüzünden nur akıyordu. Babamın şu sözleri de hatırımdan çıkmaz: “Oğlum, cennette az Arnavut vardır. Çünkü Arnavut erkekler cennette eksiktir. Arnavut annelerimiz ise oradadırlar.” Bu yüzden babam, annelerimizin konuştuğu şekliyle Arnavutçanın sessizce konuşulan bir dil olduğunu belirtirdi.

Edebiyatın kaynağı hayattır. Nitekim edebî yönümü, çocukluğumda annemden dinlediğim şarkı ve ninniler besler. Annemin şarkı ve ninnilerinden kendimi daha iyi tanımamı sağlayan hikmetler öğrendim ve onlardan şimdiye dek sözlerle ifade edememiş olduğum anlamlar kazandım.

Neler vardı annenizin şarkı ve ninnilerinde sizi bu denli etkileyen? Nelere dairdi o ninniler?

Annemin şarkılarında toplumumuzda ifade edilmeyen güzellikler ve hayatımızın ağır yükünden bahsedilirdi. Bu şarkı ve ninnilerde, hayatın getirdiği zorluklar Üsküplü adamları o kadar yormuştur ki bu yorgunluklarından dolayı onların cennete girmeyi hayal etmeyi dahi unuttukları zikredilirdi. Bunun nedeni tabii ki cennette Arnavutça konuşacakları kişilerin bulunmaması değildi. Asıl neden Arnavut erkeklerin cehennemden korkmamaya başlamalarıydı, çünkü Üsküplüler şunu çok iyi anlamışlardı: Cehennem, yaşadıkları yere benzemektedir, çünkü cehennem, ana dillerini yasaklayanlarla ve onlara ait olan hiçbir şeyi istemeyenlerle dolup taşmış olsa gerekti.

Müslümanlar Türkiye’ye göç etmeselerdi ve Balkanlar’da komünist sistem hüküm sürmeseydi bu topraklarda yetişen edebiyatçıların ve sizin edebî üslubunuzun arasında farklılıklar olabilir miydi?

Sorunuz, “Alametifarikası Müslüman Arnavut ve Türklerin Balkanlardan temizlemek olan bir dönemde yaşamamış olsaydım bu düşünce ve bakış açısıyla ben olur muydum?” sorusuyla aynıdır. Yani “Arnavut ve Müslüman olmasaydım kim olurdum?” sorusuna benzemektedir.

Bu yüzden sorunuza cevabım nettir: Farklı birisi olurdum. Yaşadıklarımın farklı olması beni farklı kılacağı kanaatindeyim. Hâtıralarım, iç dünyamdaki izler ve hayaller bambaşka olurdu. Yazdığım kitapları da yazamazdım. Balkanlar 5 yüzyıl Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti altında olmasaydı, çocukluğum sosyalizm döneminde geçmeseydi pek tabii çok farklı bir edebî üslûba sahip olurdum... Ancak Türkiye’ye göç etmek isteyenler ve ailelerine sahip çıkmak için ya da maddi imkânsızlıklarından dolayı burada yaşamaya karar verenlerin hüzünleri, beni çok etkilemiştir. Çocukluğumda bu gibi olayları çocuk aklımla farklı anlayıp yorumlasam da Müslüman bir Arnavut olarak hayatta kalmanın ne kadar zor olduğunu o zaman dâhi hissedebiliyordum. Bu duyguları yaşayan Arnavutların bilinçaltına gayr-i iradi olarak devlet yönetimine güvenmeme ve Arnavut olmayanlarla anlaşamama fikri yerleşmişti.

Göçlerin yoğun olduğu dönemde babam, köyümüzde yaşayanları kendi vatanlarında kalmaları için ikna etmeye çalışıyordu. Böyle yapmasının nedeni aslında, vatansever olmasından çok köyde tek başına kalma ve psikolojik bunalım korkusu olabilirdi. İstanbul’a gitmek için bilet alma imkânı olmadığı için göç etmediğimizi de itiraf etmeliyim. Orada bir kulübe veya baraka inşa etmeyi bile düşünemiyorduk. Satacak bir şeyimiz olmadığı gibi, hayata yeniden başlamak zor işti bizim için. Bizim gibi maddi imkânsızlıklardan dolayı göç edemeyen aileler çoktu...

O dönem İstanbul ne anlam ifade ediyordu Arnavutlar için? Yakın ya da uzak, nasıl bir yerdi İstanbul sizler için?

Akraba ve tanıdıklarımızın İstanbul’a göç etmeleri ile düşünce ve hayal dünyamızda İstanbul, “en yakın” hissettiğimiz şehirlerden biri oldu. Sosyalizm döneminde, burada yaşayan Arnavut ailelerin çoğunun geçim kaynağı ticaretti. Özellikle İstanbul’dan satın aldıkları ürünleri burada satıyorlardı. Enver Hoca’nın inşa ettiği ideolojik duvarlardan dolayı anavatanımız Arnavutluk’a gidemediğimiz ve Makedonya’da yaşayan Arnavutlar olarak devletin hiçbir kademesinde çalışamadığımız dönemde, bizlerin geçim kanyağı tarımcılık, hayvancılık ve ticaret oldu. Nitekim Üsküp’te yaşayan birçok aile, İstanbul merkezli ticaret ağını kullanarak yaşamlarını idame ettirmişlerdir.  Bu nedenlerden dolayı İstanbul’un çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın sembolü olduğunu söyleyebilirim. Farklı şehirlere tatile gitme imkânımız olmadığı için babam, okuldaki dersleri bitirir bitirmez beni otobüse bindirip İstanbul’a gönderirdi. Yaz tatilimi güzelim İstanbul’un sokak ve mahallelerinde geçirirdim.

O döneme dair edebiyatınıza bir imge olarak güç katan hangi olay ya da olgu beliriyor zihninizde? Bir mucize ya da bir kahramanlık var mıdır sizi etkileyen ve yeniden inşa eden?

Memlekette kalanların mı yoksa göç edenlerin mi kaybolduğu tam olarak bilinmeyen bu çalkantılı dönemlerde, yaşadığımız ve hissettiğimiz acılarımızın ötesinde gerçek kahramanlığa denk gelen bir mucize gerçekleşmişti. Keder ve gözyaşlarından dolayı biz onu göremiyorduk. Ebeveynlerimizin ailelerinin onurunu, namusunu ve ahlakını korumak için gösterdikleri fedakârlıklar, mucizenin ta kendisiydi. Bu kritik dönemlerde Arnavutlar sadece toprak kaybetmiyor, insanlar da kayıplara karışıyordu. Annelerimiz dört duvar arasında sadece çocuklarını yetiştirmekle yetinip ömürlerini geçirdiler. Çocuklarını uyutmak için ninniler, onları evlendirdiklerinde ise düğün şarkıları söylerlerdi. Babalarımız, fakirliğin sert rüzgârından ailelerini korumakla sorumluydular.  Ayrıca babalarımız tek başlarına ailelerini korumanın ve yaşamlarını onurlu bir şekilde sürdürmenin kavgasını veriyorlardı. Bu çaba, insan ve Arnavut kalmaktan başka bir şey için değildi.

Kendinizi bir yazar olarak tanımlamanızı istesek nasıl tanımlardınız? Kim Mehmeti’nin bir yazar olarak gayreti en çok ne içindir?

İnsanın hissettiği duyguları kelimelerle ifade etmek zordur, çünkü duyguların dili, harf ve sözlerle ilgili değildir. Bunun bilincinde olmakla birlikte eserlerimde insanı insan yapan duygu, vicdan, ahlak ve farkındalığı ve fizikî olmayan diğer değerleri keşfetmeye çalışmışımdır. Başka bir ifade ile insan kalmanın zorluklarını anlatmaya gayret ediyorum.

Bunun için eserlerimde coğrafyamda sessiz bir şekilde yaşamlarını sürdüren annelerimizden bahsetmekteyim, çünkü o annelerin sessiz çığlıkları, geleceğimizin teminatı oldu. Kendi hayatlarını inşa etme gücüne sahip olan annelerimiz, çocuklarının mutlu olması ve daha iyi yetiştirilmesi için aile müessesesine hizmet etmeyi öncelemişlerdi.  Bugün elde ettiklerimizin mimarları onlardır. Memleketini ve dinini seven bir neslin yetişmesi hedefinden sapmayan annelerimiz hakkında bir şeyler yazdığımda, onların bu görünmeyen veya görmezden gelinen emeklerini gün yüzüne çıkmasının mutluluğunu yaşarım. Bunun için yazarım.

İnsanlarımızın memleketimizden göç etmek veya kalıp fakir ve garip bir hayat yaşamak seçenekleri arasında sıkıştığı sosyalist Yugoslavya döneminde ve Enver Hoca rejiminde vatansız bir şekilde Makedonya’da yaşayan Arnavutlar, kendi kimliklerini korumak zorunda kaldılar. Bu zor ve çetin şartlar altında annelerimiz ve kız kardeşlerimiz bu ağır sorumluluğu yüklenmişlerdi. Ömürleri boyunca Arnavutça ile çocuklarını yetiştirdiler, Slav dillerinden bir kelime konuşmadılar, böylece Müslüman Arnavut anneler ve kız kardeşlerimiz, Ortodoks ve Katolik Arnavutlar gibi asimile olmamızı engellemeyi büyük ölçüde başardılar.

Siz de bu yüzden,  onların bu çabaları ve bu çabalarının kıymeti bilinsin diye onları yazıyorsunuz yani…

Evet. Tek gayem onların pâk ruh-i tayyibelerini günümüze aktarmak, kutsal saydıkları için korudukları aile müessesesinin adabının ve ahlakının günümüze erişmesinde sarf ettikleri emeklerin önemini zikretmek.

Dergimizin bu sayısının dosya konusu “Çizgiler, Sınırlar”. Çizgilerin ve sınırların sizin edebî hayatınız için de önemli birer kavram olduğunu ifade etmek yanlış olmaz diye düşünüyoruz. Somut ve soyut, kişisel ve kişiler arası “çizgi” ve “sınır” kavramlarına siz nasıl anlamlar yüklüyorsunuz?

Kendimize ve başkalarına karşı nasıl davranacağımızı büyük ölçüde zihnimizdeki soyut ve dış dünyamızdaki somut sınırlar belirliyor. Ayrıca bu sınırlar, kişi olgunlaştıkça, farkındalığı arttıkça ve inancı güçlendikçe de değişiyor. Zihnimizde soyut sınırlarımız vardır. Korku, inançsızlık ve arzularımızın dışına çıkmamak gibi. Somut sınırlar ise insanları birbirinden ayıran  fiziksel sınırlarıdır. Aynı şekilde yaşadığımız ülkede kendi dilimizde konuşamadığımızda somut denilecek sınırlar oluşur. Bunun dışında farklı milletlerden olup beraber yaşadığımız, her ne kadar bizim millî çıkarlarımıza uymayan bir dünya görüşüne sahip olsalar da bizim gibi hayata tutunmaya gayret eden, bizim gibi doğan ve ölen, yaşadıkları mekânları bizim gibi korumaya çalışanların oluşturduğu somut sınırlardan sadece iyi niyetlilerin geçmesi gerektiğini düşünüyorum.

Çocukluk dönemimde en çok anlamlar yüklediğim sınır, Üsküp’te bizi onlardan ayıran Vardar Nehri’ydi.  Çocukluğumuzda Vardar’ın kenarında yalınayak yürüyerek diğer tarafın yerleşim yerlerini izlerken hayallerimize ve umutlarımıza sadık kalmamız gerektiği düşündüğümüzü bugün gibi hatırlarım. Hayallerimizi, umutlarımızı unutsaydık ve hayallerimiz nehrin diğer yakasında yaşayanların eline düşseydi, onları kendi dillerine çevirme imkânları olurdu. Böylece bizim hayallerimiz onlarınkiyle meczolacak ve bizim için anlamını yitirmiş olacaktı.

Aynı şekilde sınırı (nehrin ötesine) geçtiğimde, dillerini konuşmadığım için bizi anlamayan bir dünyaya adım atıyorum gibi hissederdim. Anadilimin bir kıymetinin olmadığı bir dünyaydı orası. Çünkü orada anadilim Arnavutçayı bilen yoktu. Doğal olarak kimseyle anadilimde konuşmam imkânsızdı.

Anlamadığım bir dilin konuşulduğu nehrin diğer tarafında zaman geçirdikçe Arnavut erkek ve kadınların arasında yazılmayan fakat yaşanan bir kural olduğunu anlamıştım: Ailenin ve çocukların ihtiyaçlarını gidermek için erkekler “biz”i “onlar”dan ayıran sınırları aşabilirler; kadınlar ise çocuklara iç sınırlarımızı yani ana dilimizi, adam olmayı, onurlu ve namuslu bir şekilde yaşamayı öğretirlerdi.

Yaşım ilerlediğinde Tito’nun Yugoslavya’sında kardeşlerimiz arasında federasyonların sınırları olduğunu anladım. Makedonya’da yaşayan biz Arnavutların bu dönemde iki seçeneği vardı. Birincisi, ana dilimizin kalesine sığınıp bizi anlamayan bir devletin sınırları içinde yaşamaya devam etmekti. İkincisi ise ana dilimizin dışında bizi yöneten devletin dilinde eğitim almaktı.

Birçok sınırın içinde kaybolmamak adına, hayat ırmağında hiç durmadan yüzmek gerekiyordu. Çabalarımız belki istemediğimiz bir yere bizleri ulaştırabilirdi. Belki de dalgalar gibi kıyılara bizleri çarpar ve ait olmadığımız yerlere gidebilirdik; fakat yüzmek dışında başka seçeneğimiz yoktu. Ayrıca sınırları ve nehirleri aştığımız takdirde hayatımıza yeni tecrübeler ekleneceği ve ufuklar açılacağı düşüncesiyle kendimizi bir nevi kandırıyorduk.

Çocukluğumdan beri yanında büyüdüğüm nehir bana, sınırlarını koruyamayanların akıbetinin yüzme bilmeden dalgalarla yüzleşip boğulanlar gibi olacağını öğretti. Nehir sayesinde ilk kez korku ile tanışmıştım. Yüzmeyi öğrenmem için beni nehrin derin olduğu kısımlarına atıyorlardı. Bu yüzden çok küçük yaşımdan itibaren hayatımda karşılaşacağım zorluklarla yüzleştiğimde, nehirlerin (sınırların) içinde ve dışında seni yok etmek isteyenlere gösterdiğin tavır ile davranmam gerektiğini öğrendim. Sınırları aşmak için “sen”i ve “onlar”ı iyi tanımanın ve nehre dalmak için yüzmeyi bilmenin şart olduğunu çok iyi anlamıştım.

Başarı ve cesaretimizin çıtasını, aştığımız sınırlar ve yüzerek geçtiğimiz nehirler belirlemektedir. Çocukken, bizden büyük ağabeylerin yıkandığı yerde yıkanamaz, nehre atladıkları yükseklikten atlayamazdık. Yaşımız ilerlediğinde Treska’nın derinliklerine dalar, kırlangıçların kanatlarını serinletmek için suya vurduğu gibi nehir kenarındaki yüksek ağaçların dallarından suya atlardık. Şehrin sınırlarını aşarak bölgemizde bulunan Treska Nehri’ne gelen şehirliler de olurdu. Yeni yürümeye başlamış olsak da, bizim kadar nehrin derinliğini ve dalgalarını bilmedikleri için zaman zaman onları boğulmaktan kurtardığımız oluyordu. Böylece nehirde yüzebilmek için sadece yüzme bilmenin yeterli olmadığını tecrübe etmiştim. Nehrin derinliklerini, içinde göremediğimiz taşları ve yosunları bildikten sonra sağlıklı bir şekilde yüzebiliriz. Hayat gibi… Karşılaşabileceğimiz muhtemel durumları bilerek sınırları aşmamız gerektiğini anladım.

Çocukluğumda en zevk aldığım zamanların nehirde geçirdiğim vakitler olduğunu söyleyebilirim. Balık tutmak gibi aktivitelerle sabahın erken saatlerinde nehirde başlayan yolculuğum, akşamda mehtabı (gümüşservini) izlemekle devam ederdi. Nitekim gökyüzünün açık olduğu günlerde iki tane gökyüzüm olurdu benim. Bir tanesi yukarıda, bir tanesi de nehrin dalgalarına yansıyandı. Yıldızlarla çevrili iki ay arasında, hayal gücümün tohumları ekilmişti. Nehre yansıyan yıldızları topluyormuşçasına suyun altında yüzerdim hep. Annem, nerede ıslandığımı sorduğunda ise nehre yansıyan mehtabı, yıldızların ve gökyüzünün bir kısmını yakalamak için geç saatte nehre daldığımı söylemeye utanırdım. Çünkü en büyük hayalim mehtabı,  yıldızları ve gökyüzünü toplayıp güzel anneme hediye etmekti. Sıcak yaz gecelerinde gerçek ile hayal âleminin sınırlarını meczettiğimde nehre dalar, sırtüstü suyun üzerinde yüzüp sakince dururdum. Gördüğüm gökyüzü ile sırtüstü yüzdüğüm suya yansıyan mehtap ve yıldızlar arasında rüyalarımın gerçekleştiğini düşünürdüm. Beni ben yapan şey, kendi iç dünyamdaki ve milletimin arasındaki sınırlarımı aşmam oldu. İnsanın aştığı ilk sınır ve özellikle sevdiklerine kavuşmak için geçtiği sınır hiçbir zaman unutulmaz.

Peki, sizin aştığınız ilk sınır, geçtiğiniz ilk çizgi neydi?

İç dünyamda ilk sınırı aşmam, ölüm korkusundan kurtulmamla gerçekleşti. Küçük yaşlarımda akrabalarımın göç ettiği Türkiye’ye gitmemle ise farklı kültür ve dil ile tanışma fırsatım oldu. Bu da hayatımda aştığım önemli sınırlardan biridir. Ölüm korkumu, Treska Nehri’ndeki buğday tahıllarını öğüten değirmeni izleyip etrafında yüzerken yendim. Değirmen suyu çarkının vuruşunu her izlediğimde, bana fani dünyanın bir değirmen misali olduğunu düşündürürdü. Hayata benzettiğim değirmen, sanki insanların kaderleri ile ölümü beslemekte ve merhametsiz insanları ezip geçmekteydi.


İlgili Haberler

kardes-topluluklar
Kardeş Topluluklar

YTB Başkanı Abdullah Eren Irak’ta gerçekleştirilen nüfus sayımına ilişkin önemli açıklamalarda bulundu. Eren, Kerkük’ün demog

Cuma, 22 Kasım 2024

her-boydan
Her Boydan

Nijeryalı uluslararası öğrencimiz Ali Fahd'dan bir şiir: "Çayın Özü"

Cuma, 22 Kasım 2024

telve
Telve

Dilara Gündüz’ün “Avusturya Göçü’nün 60. Yılı” sergisi, sadece fotoğraflarla değil, aynı zamanda derin insan hikâyeleriyle de

Perşembe, 21 Kasım 2024