Makamımız Aşk Olsun: Matlubu olmayan; edebiyatı, musikiyi n’eyler?

Pazartesi, Ocak 23, 2023

Uyuyan kimse nasıl uyanır? Çalar saat ku­rulmuştur belki, anne tembih edilmiştir yahut duvarlar ziyadesiyle inceyken komşular umarsızca seslidir. Belki de pen­ceresinden bir minarenin gölgesi düşecek kadar nasiplidir ve sa­bah ezanına açıyordur gözlerini. Yanıt her halükârda aynıdır: Uyuyan kimse ses ile uyanır. Ses­lenerek uyandırırız bir başkasını. Yarı ölüm dedikleri uykudan bizi çekip çıkarabilen şeydir ses… O kadar kuvvetli, o kadar derindir.

Uyuyan kimse nasıl uyanır? Çalar saat ku­rulmuştur belki, anne tembih edilmiştir yahut duvarlar ziyadesiyle inceyken komşular umarsızca seslidir. Belki de pen­ceresinden bir minarenin gölgesi düşecek kadar nasiplidir ve sa­bah ezanına açıyordur gözlerini. Yanıt her halükârda aynıdır: Uyuyan kimse ses ile uyanır. Ses­lenerek uyandırırız bir başkasını. Yarı ölüm dedikleri uykudan bizi çekip çıkarabilen şeydir ses… O kadar kuvvetli, o kadar derindir.

Peki ya kendi kendine uyanan kimse? Onu da uyandıran için­deki sestir. Sabah namazını kaçırmamasını, işe gitmesini, bir yere yetişmesini söyleyen, bizim rüya diye adlandırdığımız o ses, o âlem. “İçimizde bitmeyen ritimler ve melodiler taşıyoruz. Anne rahminden başlıyor bu tanışıklık. Tasavvufa göre daha da önceden… Ruhlar yaratıldı­ğında Yaradan’ın Elestü bi Rab­bikum “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna muhatap ol­duğumuzda hissettiğimiz o yüce sesin içimizdeki yankılarını her an duymaktayız.”

“Elestü bi Rabbiküm” hitâb olunduk

“Kâlû belâ” dedik Hakk’a kul olduk

Allah Allah diyerek huzûra durduk1

Müzik bizi o sonsuz geçmişe, o “elest” meclisine götürmekte.”2 “Sesler toplandığında” oluşan nağme, seyir, makam beynin mu­ammalarına ulaşır. Bu, günümüz­de bilimsel bir gerçektir. Fakat beyni insandan ayrı yahut aklın tek mercii olarak görüp bununla yetinirsek modern bilimin düştü­ğü yanlışta boğuluruz.

Mutasavvıfların âlem tasav­vurunda “İlim irtibat kurmak demektir.”3 Aynı yahut farklı gibi duran nesneler arasındaki ala­kayı bulabilmek, bütüncül baka­bilmek, bölmekten ziyade to­parlamaktır, birleştirmektir: İlim tevhittir, insan kevn-i câmidir 4.

Yunus’un defalarca bestelenen, hakikat arayışında olana Hakk’ı bulmanın yolunu anlatan mısra­larıyla söyleyecek olursak:

Özenirsen kardaş tevhîde özen

Tevhîddir nefsinin kal’asın bozan

Hiç kendi kendine kaynar mı kazan

Çevre yanın âteş eylemeyince5

Makamlarımızın tek ses ile karar eylemesi de tevhit anlayışında yankı bulur. “Çeşit çeşit sesler olsa da hepsi aynı gerçeği söyler. (...) Şu anda bildiğimiz 119 ma­kam olabilir fakat hepsinin ortak yönü, farklı sesleri kullanarak tek bir varlığa işaret etmesidir.”6 Belki de Sezai Karakoç’un, Hızırla Kırk Saat şiirinde işaret ettiği o yumuşaklık da tevhittir: …

Seslerin durduğu yerde

Gizlice süren bir ayet sonu yumuşaklığı

Seslerin duraklaması, müziğin bittiği anlamına gelmez. Aksine, müzik tam orada başlar. Ses ese, es de sese tabidir. Nitekim müzik, nağme ve eslerin bileşi­minden oluşur. Kevn-i câmi olan insan, ses ve esleri toplayarak birleştirir, adı müzik olur. Aynı şekilde, yaratılış itibariyle insan hem beyin hem kalp hem beden hem ruhtur. Fizik ile metafiziğin buluştuğu yerdir. İnsanı kafata­sından ibaret zanneden modern görüşten uzaklaştığımızda ise yürünmemiş sayısız yollarla karşılaşırız. Kalbe giden o sayısız yolların belki en büyük şârihi, Mevlâna Hazretleri, Mesnevi’ye bişnev, yani işit emri ile başlar:

İşit, bu ney neler anlatıyor; dinle ayrılıklardan nasıl şikâyet ediyor.

Burada işitmek, dinleme kabili­yetine nazaran fıtratımıza daha yakın duran bir duyumlama şeklidir. Yine Kur’an-ı Kerim’de müminler tasvir edilirken, “işittik ve itaat ettik” sözü ile işitmenin yüksek faziletine işaret edilir. Bu hakikati başka bir cihetten kavrayan Alman şairi Friedrich Schiller bir eserinde, “Kalbimize en muteber ve en yakın duran yol, kulağın yoludur” der.

Kalbin yolundan ilham almış olmalı ki, makamları muhtelif bestelerle yurt edinen tekke mu­sikisinin temel konusu aşktır. O aşk ki, mecazdan hakikate var­mıştır. Zira Allah, âşığa hakikati­ni bilme arzusu verir.” der Cüneyd Bağdadi. Âşık, aşk-ı mecazdan hareketle aşk-ı hakikiyi bulma yolculuğuna çıkar ve “sonra ilim görüntü, görüntü tecelli, tecelli seyir, seyir de varlık (Allah ile be­raber) haline dönüşür.”

İbn-i Sina, Risale fi Mahiyeti’l-Is­kı’nın birinci kısmında mevzu ba­his hakiki aşkın her şeyin özüne girip yayıldığını açıklar: “Demek ki varlıklar, ya içlerinde bulunan aşk sebebiyle vardırlar ya da on­ların varlıklarıyla aşk birbirlerinin tamamıyla aynıdır.”7 O aşk ki, her yerdedir, her şeyledir.

Değme kişi gönül evin düzemez

Hakk’ın takdîrini kimse bozamaz

Tarîkat ummandır dalıp yüzemez

Aşkın deryâsını boylamayınca8

Kulağın kalbe yakınlığı tasavvuf­ta tezkiye-i nefs ve tasfiye-i ku­lüb9 olarak yankı bulur. “Özellikle Mevlevi musikisi, insana kendi varlığını ve bütün varlıkları yara­tan Mevlası’nı hatırlatan, zikret­tiren, düşündüren bir müziktir. (...) Böylece musiki bir olma ve oldurma, erme ve erdirme aracı haline gelir. Buna kısaca edep denir…10 Mutasavvıfların bir kısmı musikiyi kişilik terbiyesi ve kalp temizliğinde önemli bir araç olarak kabul etmiştir. Zira lisan-ı kal kelimelerin dilidir, zihne hi­tap eder. Lisan-ı hâl, hâl dilidir, kelimesiz konuşmaktır, duygu­lara hitap eder. Lisan-ı elhan ise melodilerin dilidir ve doğrudan gönle hitap eder.11 Bu dili herkes anlayabileceği gibi, aynı ses farklı insanlara yahut aynı insana fakat farklı zamanlarda bambaşka şeyler söyleyebilir.

Hz. Mevlana’nın ilk beytindeki işit emrinden sonra ikinci mühim kavram hiç şüphesiz ney keli­mesidir. Bu bağlamda ney’in ‘ne olduğu’ sorusu, müzik ve edebiyat arasındaki münase­beti açıklamamızda yardımcı olacaktır.

Neyden bahsederken, aklımıza ilk gelen nesne muhtemelen tasavvuf musikisinin en merkezî sazıdır. Kamıştan yapılan üfle­meli çalgı. Fakat aynı zamanda birçok şerhte ney, kalem ile teş­bih edilmiştir. Örneğin; maddi yapısından dolayı ney, hat sana­tında kamıştan yapılan kalemi çağrıştırır. Ancak üretimdeki ben­zerlikten öte, kalem de ney de bir maksadı maksuduna ulaştırmak isteyen önemli bir vasıtadır. Ka­lemle yazılan sözler tıpkı neyden çıkan sesler gibi işitilmeyi bekler. Bu anlamda hem kalem hem de ney, madde düzleminde lisan-ı kal aracı olabildiği gibi manayı içinde barındıran bir lisan-ı hâl vasıtası olabilir. Anlaşılmak sa­dece hece hece dizilmiş harf ve notaları deşifre etmek değil, işi­tilmek istenen söz ve seyri mak­suda ulaştıracak vasıta kılma eylemidir.

Bu minvalde, matlubu olma­yanın ne edebiyatı ne musikiyi anlamasını bekleyebiliriz. Mantı­ku’t Tayr’da12, talep vadisini aşan kuşlar kendilerini aşk vadisinde bulur. Yoğun talebin bir yansıma­sı olan aşk, sadece şiir ve müziği değil, aynı zamanda resim ve mimari gibi diğer tüm sanat dal­larının besleyicisidir. Bu besleyici aşk, modern dönemde olduğu gibi nostaljik ve kendi kendine yeterli olmaktan ziyade aşkın bir talebe yönelmekte. Bu nedenle, İslam sanatında kalem ve ney, marifetullaha ulaşmanın özgün araçlarıdır. Metafizik vasıtası sa­nat alanları kategorik değildir ve o açıdan analiz edilemezler. Bir­birinden kopuk yeşermezler, bir ağacın gövdesine barınan dallar gibidirler. Her sanat dalı başka bir sanatta da meyve vermeye vesile olabilir.

Aynı ağacı seyreden Yahya Ke­mal, marifetullahın ilmek ilmek muhtelif sanat alanlarında işlen­diğini şöyle dillendirir:

Şair, bütün öteki sanatlara da bir şekilde bağlıydı. Divânını yazıp bi­tirdikten sonra hattata veriyordu. Büyük çapta bir tekke mensûbu olan o hattat, o divândan ta’lik hattın son kıvraklığıyla bir sanat eseri daha yaratıyordu. (...) Sûfi şairin divânındaki sözleri bestekâr birer makamdan besteliyor, Ru­meli Ru­meli ve Anadolu tekkelerini çuş u huruşa getiriyordu. Naatları naat­han mevlidlerde okurken, bütün bir ümmet zevkinden ‘Allah’ ve ‘yâ Muhammed’ nidâsıyla kubbeleri inletiyordu.

Şiirle müziğin temsilinde sanat­ların buluştuğu ortak paydayı durmak bilmeyen varlık nehrine yerleştiren İhsan Fazlıoğlu’na kulak verecek olursak:

Şair örgüyü harflerle dillendirir, musikar rakamlarla tellendirir. Şair kelimelere döker nazmı, mu­sikar nağmelere. Biri aruzdur biri edvar; ikisi beraberce ilm-i şerif. (...) Dil seyirdedir, ses seyirde. Dil­de dolaşır şair, seste dolaşır mu­sikâr. Hayatiyet seyirdedir çünkü.

Âlem hareket halindedir. Biz du­rabiliriz fakat seyir devam eder. Varlık nehri durmaz. Tıpkı sesin es ile durmadığı gibi. Kıraatın ayet sonunda bitmediği gibi. Cümlenin ancak kelimeler ara­sındaki boşluklarla var olduğu gibi.

Böylece zaman ve mekâna konu olan her ne ise, ancak boşluk ve eslerle ifade edilebilir. Sanat­kâr ilhamdan beslenir, ilham ise boşluk gerektirir. Varlığın zaman ve mekândaki sürekli akıp giden düzeninden mülhem müzik mekânı, mekân da müziği etkiler. Kasvetli, güneş görmeyen bir odada neşeli bir müzik çalın veya söyleyin mutlaka o mekân açılır, ferahlar. Tek bir ses her şeyi değiştirebilir. Henüz ezanla tanışmamış bir beldeye uğrayan o tekbir sesi mesela, her şeyi değiştirebilir.

Müziğin mekân üzerindeki bu etkisini, harfler, kelimeler ve cümleler üzerinde düşünmek de mümkündür. Size huzur veren herhangi bir ses eşliğinde yazılan bir metinle, kötü söz ve gürültü­nün hâkim olduğu bir ortamda kaleme alınan bir metin hiç aynı ruha sahip olur mu? Aynı kelime­ler dahi kullanılmış olsa, hiç aynı şeyi söyler mi? Suyun hafızası gibi sesin de, kelimenin de hafı­zası vardır; yakınındaki sesleri, etrafında olan biteni, atmosferi, hali,… içine hapsedebilir. Siz o suyu içtiğinizde ise hafızasından nasiplenirsiniz. İyi veya kötü. Okunmuş sularımızın hikmeti buna dayanır. Etrafımızda bu­lunan sesin, metin üzerindeki etkisinden bahsettik. Peki ya içimizdeki ses?

İnsan zübde-i âlem, yani kâinatın özüdür. Kâinatta ne varsa, aynı oranda insanda da mevcuttur. Kâinattaki müzik; mekâna, in­sana, söze tesir eden tüm sesler bizzat bizim içimizde de mevcut­tur. Kaleme aldığımız bir metni içimizdeki müzikle inşa ederiz.

Tenhada mırıldandığımız sesler içimizdeki şiirlerde yankı bulur. İşin özünde aldığımız her nefes, sarf ettiğimiz her cümle, bestele­diğimiz her parça içimizdeki hal­lerle seyreden makamların tesiri altında hayat bulur. Her demde “makamımız aşk olsun...” de­memizin sebebi budur.

Peki, uyuyan kimse nasıl uyanır?

İbn-i Sina’ya göre musikinin iki rüknü vardır:

Birincisi güftedir ki bu hikâyat olarak da isimlendirilir. İkinci­si bestedir ki bu nizam olarak isimlendirilir. Bir diğer deyişle, nizam musikinin şekli konumunu, hikâyat ise musiki ile insan tabiatı arasındaki taklidi durumu verir. Böylece musiki aslında sırf işitme duyumuza değil ondan da öte akıl ve müdrike gücümüze seslenir.

Sesin ve sessizliğin seyri olan musikiden maksat aşk(-ın ha­kikat) ise, âşık musikî ile mak­sudunu idrake niyetlenir. Ki bu durum musikiye de edebiyata da mahsus değildir. Hayatiyet, bu gayeden mülhem sürekli seyirde­dir. - Ve maksat hâsıl olduğun­da, uyanır. Uyuyan kimse aşk ile uyanır. Öyle bir uyanıştır ki o, “ya ben öleyim mi” dedirtir.

Behey Yûnus sana söyleme derler

Yâ ben öleyim mi söylemeyince13


İlgili Haberler

kardes-topluluklar
Kardeş Topluluklar

YTB Başkanı Abdullah Eren Irak’ta gerçekleştirilen nüfus sayımına ilişkin önemli açıklamalarda bulundu. Eren, Kerkük’ün demog

Cuma, 22 Kasım 2024

her-boydan
Her Boydan

Nijeryalı uluslararası öğrencimiz Ali Fahd'dan bir şiir: "Çayın Özü"

Cuma, 22 Kasım 2024

telve
Telve

Dilara Gündüz’ün “Avusturya Göçü’nün 60. Yılı” sergisi, sadece fotoğraflarla değil, aynı zamanda derin insan hikâyeleriyle de

Perşembe, 21 Kasım 2024