Sait Faik’ le Tanışma Maceram
Salı, Ekim 25, 2022Adım Erik Weststrate. Türkiye’deki Hollanda Büyükelçiliği’nin elçi müsteşarıyım (büyükelçiden sonra gelen kişi). Türkiye ve Türkçe ile olan bağım onlarca yıllık bir geçmişe dayanıyor.
Bu sayfalarda genellikle Avrupa’da veya dünyanın başka yerlerinde yaşan Türk kökenli gençler konuşuyor. O açıdan bu yazı biraz farklı olacak. Çünkü ben Türk kökenli değilim ve Avrupa’da da yaşamıyorum. Adım Erik Weststrate. Türkiye’deki Hollanda Büyükelçiliği’nin elçi müsteşarıyım (büyükelçiden sonra gelen kişi). Türkiye ve Türkçe ile olan bağım onlarca yıllık bir geçmişe dayanıyor. Aslında bu kültür ve dille tanışmam o kadar beklendik bir şey değildi, çünkü ben Hollanda’nın Türklerin hiç yaşamadığı bir köyünde büyüdüm. 15 yaşıma kadar tek bir Türk görmemiştim.
Bu durum, beklenmedik bir şekilde değişti. Rotterdam’da okula gitmeye başladım. Sınıfımda Elazığlı bir çocuk vardı. Adı Ahmet. Ahmet’le sohbet etmeye başladık ve arkadaş olduk. Ondan sonra onun evine gitmeye başladım, Türk yemeklerini hayatımda ilk defa orada tattım. Hollandaca bir atasözü var, “de liefde van de man gaat door de maag” yani “erkeğin sevgisine ulaşan yol mideden geçer”. Belki bu benim için de geçerliydi ve yemeklerin ne kadar büyük bir etkisinin olduğunu bilmiyorum ama Türkiye’ye, Türk diline ve Türk kültürüne merakım başladı.
Bu merak sonucunda, 1992 yılında Hollanda Leiden Üniversitesi’nde Türk dili ve edebiyatı okumaya başladım. Tabii ki bilmeyenler için Türkçe öğrenmek bölümdeki en zor şeylerden birisiydi. Çok şükür ben üniversiteye başlamadan kendi kendime epey bir Türkçe öğrenmiştim ve o yüzden dil dersleri bana pek zor gelmedi. Dil öğrenimimizin bir parçası, Türk edebiyatından bazı metinleri Hollandacaya çevirmekti. O metinlerden bir tanesi, Sait Faik’in “Balıkçısını Bulan Olta” adlı öyküsüydü. İşte Sait Faik’le tanışmam böyle oldu ve onunla olan maceram böyle başladı…
O dönem kendisi hakkında öğrendiğim bilgilere göre Sait Faik (Abasıyanık) 1906 yılında Adapazarı’nda dünyaya gelmiş, lise yıllarını İstanbul ve Bursa’da geçirmişti. Sonra 1928 yılında İstanbul Üniversitesi’nde Türkoloji okumaya başlamıştı. Ancak babası onun iş adamı olmasını istiyordu ve bu yüzden onu İsviçre’de bir ticaret üniversitesine göndermişti. Sait Faik ise üniversiteyi terk edip beş yıl boyunda Fransa’da yaşamıştı. O dönemde ilk öykülerini, birçok meşhur yazara yer veren ve hâlâ yayın hayatına devam eden Varlık edebiyat dergisinde yayımlamaya başlamıştı. 1934 yılında İstanbul’a dönmüş ve 1936 yılında Semaver adlı ilk öykü kitabını yayımlamıştı.
Yıllar önce Sait Faik’le “Balıkçısını Bulan Olta”yla başlayan tanışıklığım yıllar sonra “Semaver” sayesinde tatlı bir karşılaşmayla devam edecekti. Bununla bağlantılı olarak yine kısa kişisel bir anımı paylaşmak istiyorum. Kızım Ankara’da uluslararası bir okulda okuyor. Edebiyat dersinde, kendi ülkesinin edebiyatından kısa bir hikâye seçip onun analizini yapması gerekiyordu. Biz de kızımla birlikte güzel bir Hollandaca hikâye aramaya başladık. Hollandaca hikâyeler çok güzel ama hepsi uzundu. Bizim daha çok 3-4 sayfalık bir hikâyeye ihtiyacımız vardı. Aniden aklıma bir fikir geldi, “Kızım annen Türkiye’den geliyor, neden Türkçe bir hikâye seçmiyorsun?” diye sordum. Öyle de oldu ve tabii ki Sait Faik’in bir hikâyesini seçtik. Seçimimiz “Semaver”di.
Hem “Balıkçısını Bulan Olta” hem “Semaver”, İstanbul’da geçen hikâyeler. İkisi, aslında Sait Faik’in hikâye anlatma stilinin çok güzel örnekleri. Onun stilinin iki unsuru var: İnsanın bulunduğu dış dünya ve insanın içindeki iç dünya. Sait Faik yazılarında bu iki dünyayı devamlı anlatıyor. Anlattığı dış dünya genellikle İstanbul ve Adalar. Özellikle İstanbul’u çok gerçekçi bir şekilde anlatıyor, olduğu gibi, güzel taraflarıyla ve çirkin taraflarıyla. Hikâyelerinde Boğaz geçiyor, martılar, sabah sisi, İstanbul’un güzel sesleri. Ama aynı zamanda dar sokaklar, kirlilik ve fakirliği de görüyoruz. Hem de bunlar detaylı bir şekilde anlatılıyor, hiçbir ayrıntı yazarın gözünden kaçmıyor. Faik’in bu yönü hep çok hoşuma gitmiştir. Onu okuduğunuz zaman ve gözlerinizi kapadığınız zaman, o zamanki İstanbul’u sanki duyuyorsunuz, hissediyorsunuz ve kokusunu alıyorsunuz. Okuyucuyu başka bir dünyaya götürebilmek, kanaatimce bir yazarın en büyük başarılarından biri.
Sait Faik bizi hikâyelerinde çoğu zaman kahramanlarının iç dünyasıyla da tanıştırıyor. Hem “ben” anlatıcılı hem de üçüncü tekil şahıs anlatıcılı öykülerinde, kişilerin iç dünyası büyük bir rol oynuyor. Okuyucu olarak, kahramanın kafasındaki düşünceleri ve kalbindeki hisleri keşfediyorsunuz. Faik bunları çok güzel bir incelikle anlatıyor ve çoğu zaman düşünceler ve hisler size tanıdık geliyor, “bu bende de var” diyorsunuz.
Onun hikâyelerinin bence başka bir iyi tarafı da, genellikle gerçekten kısa olması. Bir yazıyı kısa tutmak ve anlatmak istediğinizi az sözle aktarmak ayrı bir sanattır. Bir yazara “Bir hikâye yazmak ne kadar zaman alır?” diye sormuşlar. Yazar da “Yirmi sayfalık bir hikâye bir günümü alır, ama üç sayfalık bir hikâye bir haftamı alır.” diye cevap vermiş. Gerçekten de öyle, kısa bir hikâyede her şeyi özüne indirmeniz gerekecek, hiçbir fuzuli kelime kullanamazsınız ve her sözün anlamlı olmasını sağlamanız lazım. Sait Faik bunun ustası. Her öyküsü anlam dolu ve üç dört (veya daha da az) sayfalık bir hikâyesini okuduktan sonra kendinizi zenginleşmiş hissediyorsunuz.
Semaver’den sonra hayatına yazları Burgazada’da babasının aldığı köşkte kışları ise Nişantaşı’ndaki apartman dairesinde geçirerek devam etmişti Sait Faik. Uzun öyküler de yazdı ama kısa öyküleri hep gözde kaldı.
Sait Faik Abasıyanık’ın henüz bir hikâyesini okumadıysanız, okumanızı tavsiye ederim. Bir kez başlayan artık duramaz, göreceksiniz…