Taç Utangaçlığı
Cuma, Ağustos 18, 2023Kendime geldiğimde çoktan kaybettiğimi anlıyorum. Gözlerimi açtığımda taç yaprakları birbirine yaklaşan ağaç dallarını görüyorum. Orada çerçevesi alınan gökyüzünü.
Onu hiç böyle görmedim. Tedirgin gözüküyor. Kaç gündür yürüyoruz.
Bölünmüş gruplarla kendi aralarında paylaştıkları güzergâhı takip ettiğimizi söylüyor eşim. Belirli vakitlerde kullandığımız telefonların ışıkları yalnızca yüzümüzü aydınlatıyor. Sakalları yeterince uzamış. Göz çukurları daha derinleşmiş. Geceleri yürümeyi tercih ediyoruz. Ayaklarımda bitmeyen bir sızı. Ökçelerimde büyüyen yaralara sıkıştırdığım bezler derimde yanma ve aşınma oluşturuyor. Hafif yükler taşıyoruz belki ama bazen ne kadar ağırlaştıklarını tahmin etmekte zorlanıyorum. Yağmurlu havalarda çokça üşüyor, titriyorum. En çok yağmurlu havaları sevmiyorum. Geçtiğimiz yollar kaygan olabiliyor, toprak da kimi zaman kayabiliyor ormanlık arazilerde. Nereye bastığımızsa hayati değer taşıyor.
Eşime hâlâ söylemedim. İçimde engel olamadığım bir endişe gittikçe büyüyor.
Sınırları aştığımızdan beri durmamamız gerektiğini, mümkün mertebe dayanmam gerektiğini bana hatırlatıyor. Her şeyi usulca, büyük bir sessizlik içinde yapıyoruz. Bir avuç insanız. Arkada kalırsak bizi bırakabileceklerini söylüyor.
Bu güzergâh üzerinde başka grupların da yürüdüğünü duymuştum. Farklı farklı ülkelerden. Kimi işgal edilen ülkesinden kaçıyor. Kimi aranan, ya da pes etmiş bir yorgun. Kimi ekonomik sebeplerle ülkesini terk ediyor. Başlıca etkenin genelde savaş olduğu açık. Çoğunun genç olduğunu görebiliyorum, çünkü bu zorlu yolculuğa yaşlıların dayanabileceğini sanmıyorum. Gittikleri her ülkede irtibatlı olanlar da var. Belirli bir mıntıka ve miktar gözeterek yola koyuluyorlar. Bunun risklerini göze alıyorlar. Ne pahasına olursa olsun böylesi bir yürüyüşü savaşa tercih ediyorlar. Yine de duyduklarım yüzünden rahat edemiyorum. Soyup soğana çevrilen, kemerle dövülen, elinde ne var ne yoksa alınanları ve kaybolanları duymuştum. Denizde içinde çocuklar olsa bile batırılan botların, geri itilen filikaların haberlerini duymuştum. Ama diğer gruplar tarafından kadınların uğradığı istismarları, kirletilmeleri duymak beni hayli korkutmuştu.
Geri dönemem. Dönmem gereken bir evim de yok zaten. Geçmişi hafıza defterimin en derinine gömdüm. Ev kelimesi bana uzak. Evim, şehrim, ülkem çoktan kuşatıldı. Hatıralarım üzerinde başkaları hükümranlık sürüyor. Denizde ya da karada ilerlemek zorunda kalan iki seçim arasında berzahta kalanlarız. Ailemin çoğunu denizde kaybettim. Onların evi deniz artık. Çoğu ya dalgaların ya da soğuğun yuttuğu gittikçe silinen bir fotoğraf karesine dönüştü zihnimde. Ağrılarım nüksedince, eklem yerlerim sızlayınca onları hatırlıyorum. Peşimi bırakmayan hayaletlere dönüyorlar. Sürekli denizin karanlığına doğru çekildiklerini görüyorum, her zaman daha derine.
Suya yakın yürüyoruz. Orman içlerinde dinleniyoruz genellikle. Bizden önce geçenlere dair izler buluyoruz çoğu zaman. Gözüm en çok çocuk bezlerine takılıyor. Bu kadar yolu nasıl onlarla yürüdüklerini, küçük yaşlarda ailelerinden koparıldıklarını, yetimliklerini düşündükçe kanım çekiliyor. Üşümelerim artıyor. Ayaklarımın perişan hâlde olduklarını biliyorum. Her yerim sızlarken bu sızlanmadan bir de dilime bulaştıramam.
Yabancı memleketlerden geçiyoruz. Sürekli bizim gibiler için yükseltilen betonarme duvarları görüyorum. İnsan etinde derin yaralar açan jiletli teller kilometrelerce uzanıyor. Yükseltilen soğuk duvarlar ve keskin teller. Bu iki kelime insanlık için nasıl bir milat oluşturuyor son zamanlarda merak ediyorum. Uluslararası insanî hukuk, antlaşmalar… İmza, el sıkışma ve iki yılışık tebessüm töreni arasında bir çocuk derin sulara batıyor, gelecekte mutlu yuva hayalleri kuran genç kızlara kurşun ıslıkları eşlik ediyor.
İçinde cami olan kasabalardan köylerden geçiyoruz. Zora kaldığımızda buradaki kapıları rahatlıkla çalabiliyoruz. Ama kapılar kolay açılmıyor. Bir parça ekmeği ve bir yudum suyu bizimle korka çekine paylaşıyorlar. Sürekli gözetim altındalar, kendilerine gözdağı verildiğini söylüyorlar. Örümceklerin, çürümenin yüz tuttuğu bu mağarada neden hep bizler muhaciriz. Giden ve kalan neden birbirine benziyor.
Endişelerim kesik kesik ağrılara dönüşüyor bazen.
Yekpare bu düzlem içinde sınırlar olmasa hangi devlet sınırlarında olduğumu anlamayacağım. Toprak aynı çünkü. Ağacın ve kuşun hüviyeti yok. Bazen bir dağ köyünü uzaktan görüyoruz, meydanında göğe doğru uzanan minaresiyle bizi aniden karşılıyor. Bayrağında haç olan memleketlerden geçerken bu tür köylerle karşılaşmak tuhaf oluyor doğrusu. Bir yetimlik yakıştırıyorum onlara. Her şeye rağmen çok güzeller. Onlar için dua ediyorum, onlar da benim için ediyorlar mıdır?
Eşim belirli bir noktaya varırsak artık Avrupa’ya geçmek için hakkımız olabileceğini, yasal olarak o sınırlar içinde dokunulmadığını söylüyor. Bu da bölgelere göre daha dikkatli olmamız anlamına geldiğini de ekliyor. Sınır bölgelerinde özellikle çoğu kişinin yakalandığını, zor şartlara maruz bırakıldıklarını, hapsedildiklerini ve geri götürüldüklerini biliyorum. Ama insan ticareti yapan grupların eline düşmektense bu şekilde zorlu bir yürüyüşle risk almış olduk. Zaten istenen onca parayı verecek gücümüz olmadı, olamazdı da.
Gitgide yaklaştığımız söyleniyor. Dişimizi az daha sıkmalıyız. Gönül rahatlığıyla güneşin doğuşunu izleyebileceğim bir toprak parçasına o kadar hasretim ki... Bir ağaca yaslansam uyku basıyor. Uykusuzluk, içinde yüzdüğüm bir şeye dönüştüğünden akıl tutulmasına benzer hâller yaşıyorum. Basmam gereken yerleri bulanık görüyorum. Toprak ayağımın altından kayıyor gibi oluyor sürekli. Bu dizlerimdeki bağı da güçsüz bırakıyor. Her yer bulanık. İçimde büyüyen endişeye ad bulamıyorum. Bedensel sınırlarımın son raddesindeyim.
İçimde açık bırakılmış bir musluk hissi. Taşkınlık. Ayaklarım dizlerime değin soğuk suda beklemiş gibi hissizleşiyor. Soğuğun kılcal damarlarıma değin çekildiği yer. Dermanımı tükettim. Ferimin üzerine kara perdeler düşüyor. Eşime hâlâ söyleyemedim. İçimde büyüyen endişe canlı kanlı bir şeye dönüşmek üzere. Eğer güç yetirebilirse… Sızan bu kandan…
Kendime geldiğimde çoktan kaybettiğimi anlıyorum. Gözlerimi açtığımda taç yaprakları birbirine yaklaşan ağaç dallarını görüyorum. Orada çerçevesi alınan gökyüzünü. Sürekli göğsüme binen ağır yük. Kesik kesik aynı sesler…
Nihayet dinlenebileceğim bir toprak parçasına yaslanıyorum.
Bağlar'ın 3. sayısını okumak için tıklayın.
Bağlar'ın 2. sayısını okumak için tıklayın.