Türkiye’de Yeni Bir Disiplin: Afrika Çalışmaları
Perşembe, Ekim 27, 2022Daha düne kadar ülkemizde Afrika çalışmaları dendiğinde akademik kesimlerde genellikle Osmanlı Afrikası’na yönelik çalışmalar anlaşılmaktaydı. 2005 yılında başlayan Afrika Açılımı süreci bu alandaki entelektüel ve akademik boşluğu gözler önüne sererken kıtada yaşayan toplumları tanıyan bilirkişiler olmadığı gibi bu toplumlara yaklaşım noktasında da yaşanan zihniyet bulanıklığı kendini hızla gösterdi.
Napolyon 1798’de o tarih itibariyle yaklaşık 3 asırdır Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetinde bulunan Mısır’a askeri çıkartma yaptığında Fransa’nın önemli bazı botanikçilerinin, dilbilimcilerinin, tarihçilerinin ve hekimlerinin bulunduğu 167 kişiden oluşan bir bilim insanları heyetini de beraberinde getirmişti. Bilimsel heyet Kahire’de bugün hala varlığını sürdüren Mısır Bilim Enstitüsünü’nü (Institut d’Égypte) kurarak çalışmaya başladı. Mısır’da 3 yıl süren Fransız işgali Rosetta Taşı’nın (Reşid Taşı) bulunuşuyla tam anlamıyla akademik bir aydınlanmaya dönerken Mısırbilim (Egyptology) denilen disiplin modern haliyle şekillenmeye başladı. 23 ciltlik devasa bir eser olan Mısır’ın Tasviri (Description de l’Égypte) 1809-1830 yılları arasında Fransa’da yaklaşık yirmi yılda yayınlandı.
Avrupa’nın ilgisinin diğer kültür ve medeniyetlerine yönelimi 19. yüzyılda iyiden iyiye hız kazanırken Mali’nin gizemli şehri Timbuktu’nun sırlarının keşfi için Avrupa’da çeşitli coğrafya cemiyetlerinin seferber olduğunu biliyoruz. 19. yüzyılın ortalarında tam anlamıyla bir İngiliz Fransız çekişmesi yaşanıyor yaşanmasına ama Timbuktu ve çevresindeki bölge hakkında 5 ciltlik kapsamlı bir eser (Travels and Discoveries in North and Central Africa) ortaya koymak 1850-55 yılları arasında Afrika kıtasında seyahatler yapan Alman akademisyen Heinrich Barth’a nasip olmuştur. Henüz siyasi birliğini tamamlamamış Almanya, Barth’ın yayınından 27 yıl sonra Afrika kıtasını ilgilendiren en önemli anlaşmaya (1884- 85 Berlin Anlaşması) ev sahipliği yaparak sömürgecilikte Fransa ve İngiltere’yi yakalamak için kıtaya yönelecektir.
Mehdi Ayaklanması’nı bastırarak 1899 yılında Sudan topraklarına el koyan İngiltere uzun süre Güney Sudan’da ortaya çıkan kabile isyanlarını askeri yöntemlerle bastırmak zorunda kalır. İngilizlerin kontrol altına almakta zorlandığı kabilelerin etnik ve antropolojik yönden araştırılması ve idari-sosyal yapılarının çözümlenmesi, antropolojinin babalarından kabul edilen C. G. Seligman ve E. E. Evans-Pritchard’a düştü. İngiliz-Mısır Sudanı’nın güneyinde Hristiyanlığı yaymaya çalışan misyonerlerin ilgisi ise yerel dillerin yapısı üzerindeydi. İncil’i yerel dillere çevirmek için uğraş veren misyonerler sadece vaaz vermekle yetinmeyip kalan zamanlarını da yerel dilleri çözmek ve dünyanın henüz tanımadığı bu dillerin sözlüklerini hazırlamakla geçirdiler. Yukarıda zikredilen kesitlerden de anlaşılacağı üzere başka coğrafyaların araştırılması, tarihlerinin, kültür ve dillerinin çözümlenmesi Avrupa’da sömürgecilik faaliyetlerinin eşlik ettiği aydınlanma ile atbaşı ilerleyerek zamanla “Asya Çalışmaları”, “Ortadoğu Çalışmaları” ve “Afrika Çalışmaları” şeklinde anılan bu diyarların dillerini, kültürlerini, tarihlerini, toplumlarını araştıran yeni akademik disiplinlere dönüşmüştür. Ne var ki bu yönelim Batı dışında kalan kültür ve medeniyetlerin anlaşılması, onlardan beslenme veya kültürlerarası bağ kurma üzerine değil tam tersine oryantalist ve Avrupamerkezci bir bakışla bu yapıları tanımlama, tarihte paranteze alma ve dönüştürme adına yürütülmüştür. O nedenle bu dönemde Afrika kıtasında ve sömürülen diğer coğrafyalarda gerek sanat eserlerinin gerekse de arşiv mahiyetindeki objelerin Avrupa’ya taşınması gerçekleşirken Batı dışında kalan kültür ve medeniyetler adeta kapsamlı bir tarihsizleştirme ve kimliksizleştirme süreci yaşamıştır.
Afrika çalışmaları denen alana biraz daha yakından bakarsak sömürge faaliyetlerinin yarattığı atmosferde ortaya çıkan bu alanın II. Dünya Savaşı’ndan önce Avrupa’da üniversiteler bünyesinde kurumsallaşma sürecinin başladığı görülür. İngiltere’nin meşhur The School of Oriental Studies’i 1938 yılında The School of Oriental and African Studies’e dönüşür. Leiden bünyesinde Afrika çalışmalarının başlaması 1947 yılında gerçekleşir. Fiili sömürgeciliğin sürdürülebilirliği tehlikeye girdiğinde ise değişen şartlara adapte olabilmek adına Avrupa’da tam anlamıyla bir patlama yaşanır. Edinburgh 1962’de, Uppsala gene aynı yıl, Leeds 1964’de, Cambridge 1965 yılında Afrika çalışmalarına başlar. Bu trendi Birmingham ve Lizbon gibi başka üniversiteler de takip eder. Afrika çalışmalarının Avrupa nezdinde geçmişi uzun bir geçmişe yaslansa da bugünden bakıldığında kurumsal altyapısı yetmiş seksen yıllık bir geçmişe sahiptir. Ancak bu süre zarfında kurulan kütüphanelerin, yapılan sempozyum, konferans ve yayınlanan dergi ve kitapların ise haddi hesabı yoktur. Hatta Afrika çalışmaları alanı bünyesinde “Sudan Çalışmaları”, “Berberi Çalışmaları”, “Sıvahili Çalışmaları” gibi alt disiplinler oluşmaya başlamıştır.
Batı’da başka coğrafyaların araştırılması ve bir müfredat çerçevesinde öğretilmesi salt akademik ilgiden öte başlı başına ekonomik ve politik çıkarlarla hatta bazen dini motivasyonlarla da ilişkilidir. Bilimin finansörleri tarafından emperyal hedeflere ulaşmada araçsallaşmasını düşünürsek bu tespit fazla şaşırtıcı gelmez. Bu nedenle çok da masum sayılmayacak şekilde bir aktörün Afrika kıtasına ilgisiyle Afrika araştırmalarına yönelen merkezler açması arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır. Örneğin, ABD ve Sovyet üniversiteleri bünyesinde Afrika jeopolitiğinin, kültürlerinin, dillerinin, tarihinin araştırılmasına yönelen çalışmalar II. Dünya Savaşı sonrasında yani bu güçlerin küresel hegemonya iddialarıyla ortaya çıktıkları bir dönemde kurumsallaşmaya başlamışlardır. Bu merkezler ABD’de Ford Vakfı gibi kurumlar tarafından fonlanırken biçilen misyon süper güce dönüşme azmindeki ABD’nin çıkarlarını kollamak ve geliştirmek şeklinde belirmiştir. 1957 yılında kurulan African Studies Association’in yönetim kadrosunun ABD istihbarat ve askeri birimleri ile olan yakın ilişkisi ise başka bir tartışmanın konusudur. Benzer şekilde Sovyetler de ilk Afrika çalışmaları merkezini Ivan Potekhin önderliğinde daha çok ideolojik kaygılara eşlik eden hegemonik iddialarının gölgesinde 1959 yılında Moskova’da kurmuştur. Kenyalı yazar Ngugi wa Thiong’o Afrika’ya ilişkin hâlihazırdaki bilgi üretimini sömürgeci geleneğin devamı olarak değerlendirirken Avrupa’da yürütülen Afrika çalışmalarının kıtayı “antropolojize” ettiğinden yakınmaktadır. Gerçekten de sömürgecilik evresinde Afrika’ya damgasını vuran ve Afrika’yı tanımlayan Batı, araştırma kuruluşları ile de entelektüel ve akademik alanda tekel oluşturmuş durumdadırlar. Günümüzde Afrika araştırmaları yürüten kürsü, enstitü ve araştırma kuruluşlarının etkili olanlarının çok büyük kısmı hala birkaç ülkededir. Ve bu merkezler gerçekten de İngilizce, Fransızca, Portekizce ve İspanyolca gibi diller üzerinden devasa bir Afrika akademik literatürü ya da başka bir deyişle Afrika’ya dair bir Batı belleği ortaya çıkartmışlardır.
Elbette Afrika çalışmaları alanının yarım asır önceki haliyle günümüzdeki görünümü arasında konu çeşitliliği, araştırmacı çeşitliliği, fonlama olanakları gibi hususlarda değişimler yaşanmıştır. Siyaset, sosyoloji ve uluslararası ilişkiler gibi disiplinler bünyesinde iklim değişikliği, göç, alternatif enerji, terörizm ve güvenlik gibi popüler konular devreye girerken bu alan daha multidisipliner ve çok kimlikli bir hal almıştır. Araştırmacı profili yeni nesil eğitimli Afrikalıların devreye girmesiyle Beyaz Adam’ın tekelinden çıkmaya başlamıştır. Afrika çalışmaları bünyesinde okutulan müfredatlar bile son yıllarda dekolonizasyon tartışmaları bağlamında yeniden tartışmaya açılmıştır.
Genel olarak Afrika Çalışmaları (African Studies) başlığı altında tanımlanan bu disiplin Batı’daki hemen hemen bütün büyük üniversitelerde ve düşünce kuruluşlarında bulunmaktadır. Aynı akademik disiplin Batı dışındaki coğrafyada ise İsrail, Rusya, Japonya, Hindistan ve Çin üniversitelerinin yanında Afrika kıtasında yer alan bazı köklü üniversiteler bünyesinde de bulunmaktadır. Türkiye’deki akademik camianın bu trende eklemlenmesi ise oldukça yenidir. Daha düne kadar ülkemizde Afrika çalışmaları dendiğinde akademik kesimlerde genellikle Osmanlı Afrikası’na yönelik çalışmalar anlaşılmaktaydı. 2005 yılında başlayan Afrika Açılımı süreci bu alandaki entelektüel ve akademik boşluğu gözler önüne sererken kıtada yaşayan toplumları tanıyan bilirkişiler olmadığı gibi bu toplumlara yaklaşım noktasında da yaşanan zihniyet bulanıklığı kendini hızla gösterdi. Türkiye’deki akademik camianın Afrika kıtası ile etkileşimi de muğlak bile olsa bazı beklentilerden uzak değildir. 70’ler ve 80’lerde solcu aydınların ve İslamcıların Afrika kıtasına yönelişlerinde sosyalizm ve siyasal İslam’ın etkileri tespit edilebilirken bugün ise üniversitelere taşınan bu etkileşimin kaynağı, boyutu, olanakları ve beklentileri AK Parti iktidarı tarafından yürürlüğe sokulan Afrika siyasetinin son 15 yılda oluşturduğu hacim kapsamında karşılık bulmaktadır. Hatırlanacağı gibi ülkemizde ilk olarak böyle bir adım Ankara Üniversitesi Afrika Çalışmaları Araştırma ve Uygulama Merkezi (AÇAUM)’un kurulmasıyla atılmıştır.
2008 yılını müteakip farklı üniversitelerin de benzer girişimlerine şahitlik ettik. Bugün ülkemizde Kırklareli Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi, Erciyes Üniversitesi, İstanbul Aydın Üniversitesi, İnönü Üniversitesi, Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi, Gazi Üniversitesi, Hacı Bayram Veli Üniversitesi, Fenerbahçe Üniversitesi ve Düzce Üniversitesi bünyesinde Afrika çalışmalarına yönelik yüksek lisans/ doktora programı ya da araştırma merkezleri bulunmaktadır. Çoğu durumda Türkiye Bursları kapsamında çok sayıda Afrikalı öğrencinin üniversite kampüsüne gelişi ya da Ankara’nın olumlu karşılayacağı beklentisi üniversite yönetimlerinin Afrika çalışmaları adı altında bir bölüm ya da enstitü kurması için yeterli sebep olarak görülmekte, ancak bu yapıların sürekliliği ve bilgi üretim yöntemleri üzerine yeterince kafa yorulmamaktadır.
Ne var ki Türkiye’de yeni bir disiplin olarak belirmeye başlayan Afrika çalışmaları daha en başından yeterli bir kütüphane, danışman hoca eksikliği, kadro tahsisi ya da saha araştırması için bütçeleme yapılmaması gibi hususlar nedeniyle sönük kalmaktadır. Bu nedenle kurumsal bir etkiden ziyade şahsi girişim ve başarılarda ancak söz etmek şimdilik mümkün olabilmektedir. Örneğin bir üniversitemiz bünyesinde kurulan Afrika çalışmaları merkezi nasıl bir araştırma yöntemi takip etmektedir, hangi konulara yoğunlaşmaktadır, Afrika’da hangi ülke ya da bölgeye yoğunlaşmaktadır gibi sorular tamamen havada kalmaktadır. Esasında Afrika çalışmalarının temel işlevi Afrika kıtasına ilişkin kompleks konularda bilgi üretimi ve kıta ile bilgi-akademi üzerinden bağ kurmak olması beklenirken ülkemizdeki ilgili araştırma merkezlerinin mevcut durumu maalesef bu beklentileri karşılayamamaktadır.
Afrika çalışmalarıyla ilgili olarak meselenin diğer bir boyutu ise Afrika’ya ilişkin konuların X ülkesi için taşıdığı önem doğrultusunda araştırılmaya layık görülüp görülmediğiyle ilgilidir. Bu durumda karşımıza araştırma öznesinin gerçekte “Afrika” olup olmadığı sorunsalı çıkmaktadır. Kanaatimizce başka bir coğrafyanın tarihi, dilleri, kültürleri, toplumsal, siyasi ve ekonomik yapıları ve girift ilişkiler ağı hakkında bilgi üretimi elbette mutlak surette siyasi, ekonomik ya da dini çıkar doğrultusunda şekillenmek durumunda değildir. Anlamaya, kavramaya, bağ kurmaya yönelik ve dahası kavranandan beslenebilen ve Afrikalı akademik camia ile işbirliği geliştiren özgün bir yol tutmak da mümkündür. Batı’da Afrika çalışmalarının serencamı böyle bir motivasyondan oldukça uzaklaşıldığını gözler önüne sererken Türkiye’deki akademik camianın Afrika çalışmaları özelinde epistemolojik ve yöntemsel tartışmalar yürütmeden taklitçi bir yol tutturmaya çalışması da hasıl olacak çıktıyı daha başından sakatlamaktadır.Türkiye’nin YTB üzerinden burs imkânı sağladığı Afrikalı öğrenciler ülkemizdeki Afrika çalışmalarının geleceğini şekillendirme noktasında büyük bir potansiyeli barındırmaktadır. Bu gençlerin yeterli akademik danışmanlık almaları, akademik yeteneklerini geliştirmeleri ve bu sayede bilinçli bir şekilde önemli bir misyon üstlenerek çok-dilli, çok-kültürlü Afrika bilinci ile bağ kurmaları, Türk ve Afrikalı akademisyenlerin işbirliğinin yolunu açabilecek kılavuzlar olmaları mümkündür. Böylelikle, Türkiye’de yeni bir disiplin olarak beliren bu akademik alanın Batı’yı taklit etmesinin ve Batılıların Afrika hakkında sahip oldukları belleğe erişim sağlayarak Batı zihniyetinin kılavuzluğunda “ilerleyen” şaibeli bir disipline dönüşmesinin önüne geçilebilir.