Afrika Sineması ve Türkiye
Salı, Ekim 25, 2022Afrika ile Türkiye arasında anlatı düzleminde bir yakınlık var olsa da kıta sinemasının önemli yapımlarının yalnızca Avrupa sinema ağına dahil olarak kıta dışında varlık gösterebilmesi, Türkiye’nin ekonomik ve politik düzlemde yakınlık kurmaya gayret gösterdiği kıtada kültürel boyutta da atması gereken önemli sayıda adım olduğunu gösteriyor. Bu yazımızda Afrika sinemasının tarihsel gelişimine kısaca değinecek, ardından Türkiye’nin kıtada kültürel alanda varlık gösterebilmek için sinemasal düzlemde neleri yapabileceğini tartışacağız.
Kolonyalizmin miadını doldurduğu 1950’li yıllarda Türkiye, yaklaşık kırk yıl önce çıkmak zorunda kaldığı Afrika’daki bağımsızlık mücadelelerini büyük bir heyecanla takip ediyordu. Kıta ile fiziki bağ kesilmiş olsa da gönül bağı kopmamıştı. Özellikle kıtanın kuzeyi ile sahip olunan kültürel yakınlık, ilişkilerin bütünlüklü olmasa da bir şekilde sürmesini sağlamıştı. 1938 yılında Mısır yapımı Aşkın Gözyaşları filminin İstanbul seyircisi nezdinde gördüğü rağbet, bu yakınlığın büyüklüğünü gözler önüne sermişti. Bu filmin açtığı yolda, Türk film endüstrisi gelişim gösterene kadar Mısır filmleri ülkenin dört bir yanında Hollywood yapımları ile yarışmış, Türk seyircisinin beğeni algısını büyük oranda şekillendirmişti. Türk popüler sineması Yeşilçam da böyle bir sinema ortamında doğmuş ve gelişmişti. Mısır yapımı filmlerin 1930-50 döneminde Türkiye’de gösterdiği etkiyi, Türk dizilerinin bugün bütün kıtada gösterdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu yapımlar, kıta seyircisinin ilgiyle takip ettiği programların başında geliyor.
Afrika ile Türkiye arasında anlatı düzleminde bir yakınlık var olsa da kıta sinemasının önemli yapımlarının yalnızca Avrupa sinema ağına dahil olarak kıta dışında varlık gösterebilmesi, Türkiye’nin ekonomik ve politik düzlemde yakınlık kurmaya gayret gösterdiği kıtada kültürel boyutta da atması gereken önemli sayıda adım olduğunu gösteriyor. Bu yazımızda Afrika sinemasının tarihsel gelişimine kısaca değinecek, ardından Türkiye’nin kıtada kültürel alanda varlık gösterebilmek için sinemasal düzlemde neleri yapabileceğini tartışacağız.
Sinema, Avrupa sömürgeciliğinin dünyanın tamamına yakınını egemenliği altına aldığı bir dönemde icat edildi ve her yenilik gibi, icat edildiği dönem ve coğrafyanın kodlarını içerisinde taşıdı. Bu teknolojik/kültürel yenilik, fiziki düzlemde daha fazla ilerleyemeyecek Avrupalıların tahakküm altına alma ideallerini kültürel/zihni alana taşımalarına imkân tanıdı. Bu bakış açısının kendisine en uygun coğrafya olarak Afrika’yı seçmesi kaçınılmazdı. Kıtada, Mısır dışarıda tutulduğunda, bağımsızlıklar kazanılana kadar sinemanın yalnızca Avrupalılar eliyle gerçekleşen bir faaliyet alanı olması sağlandı ve o, sömüren/sömürülen ikiliğinin bütün basmakalıp söylemlerinin üretildiği bir mecra oldu.
1950 ve 1960’lı yıllarda bağımsızlıkların elde edilmesi, kıtada sinemasal faaliyetlerin hız kazanmasını sağlar. Afrikalılar, bağımsızlıklarını elde etmelerinde itici güç olan sömürge karşıtı ideallerinin bir yansıması olarak, sinemada da üçüncü dünyacı bir söylem benimsedi. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından başlayan ve hâkim sinema görüşünün idealleştirdiği popüler sinema anlayışını tersine çeviren İtalyan Yeni Gerçekçi üslubunun Üçüncü Dünya olarak adlandırılan ülkelerde film yapma çabası içerisinde olan sinemacılar nezdinde kabul görmesi, Afrikalıların nasıl bir sinema yapacağını da büyük oranda belirledi. Kıtada bağımsızlıkların elde edilmesiyle doğan sinema, Güney Amerika’da olduğu gibi politik bir düzlemde gelişti. Ousmane Sembele, Med Hondo, Ridha Behi, Djibril Diop Mambety gibi isimler, filmleri aracılığıyla sömürgeci miras ile hesaplaşırken, güncel sorulara da değindi.
Kıta sinemasının ilk döneminde yalnızca anlatı değil, altyapı düzleminde de önemli denemelere girişildi. Kıta sinemacıları yapım, dağıtım ve gösterim alanlarının her birinde önemli çalışmalara imza attı. Amaç tam bağımsızlığı elde etmek, bu alanlarda kıta dışından müdahaleleri en aza indirmekti. Fakat bu denemeler, birçok alanda büyük sorunlar ile uğraşan kıtada kuvveden fiile ulaşamadı ve sinemacıların filmlerini tamamlamak için Avrupalı fon kurumlarının desteklerinden yararlanması deyim yerindeyse bir norm halini aldı. Bu destekler ile gelişen sinema, özellikle Frankofon olarak tabir edilen Orta ve Batı Afrika ülkelerinde büyük oranda tek film yapım pratiği oldu. Bu bölgelerde sinemacılar, elde etttikleri destekler ile hem kıtanın diğer bölgelerinde faaliyet gösteren sinemacıların sahip olamadığı belirli bir estetik düzeye erişebildi hem de yine bu kurumlar aracılığıyla filmlerini küresel seyircinin beğenisine sundu.
Dijital teknolojinin gelişmesi, 1990’lı yıllarda kıtada yeni bir film yapım pratiğinin ortaya çıkmasını beraberinde getirdi. Gana ve Nijerya başta olmak üzere Anglofon olarak tabir edilen Afrika ülkelerinde, video kameralar aracılığıyla birkaç hafta ve hatta birkaç günde üretilen, VHS kasetler, CD’ler ve günümüzde de internet aracılığıyla izleyiciye ulaşan filmler çekilmeye başladı. Frankofon Afrika ülkelerindeki film yapım pratiğinin aksine bu yapımlar klasik anlatı yapısına dayandı, geniş kitleleri hedefledi ve seri bir şekilde üretildi.
Türkiye dahil olmak üzere küresel düzlemde Afrika filmi olarak tanıtılan yapımlar, büyük oranda yalnızca Frankofon Afrika ülkelerinde üretilmektedir. Bunda, daha önce de değindiğimiz gibi bu yapımların küresel sinema estetiği dikkate alınarak hayata geçirilmesinin yanında, Avrupa sinema ağının bir parçası (büyük oranda periferisi) olarak üretilmesinin de etkisi büyüktür. Üretim, beraberinde dağıtım ve gösterimi de getirmektedir.
Film üretim sürecinde Avrupa’nın gözle görülür bir etkiye sahip olması, filmlerin anlatılarını da büyük oranda şekillendirir. Küresel düzeyde başarı sağlayan Afrika filmlerine baktığımızda, benzer temaların tekrarlandığını görürüz. Bu filmlerin yönetmenlerinin önemli bir çoğunluğu sinema eğitimlerini Avrupa’da almış, mezun olduktan sonra da Avrupa’da yaşamaya devam etmiştir. Fakat Avrupa sinema ağının periferiden gelen kişileri büyük oranda kendi ülkelerinde film yapmaya yönlendirmesinin bir sonucu olarak, Afrikalı yönetmenler film çekmek için kıtalarına dönerler. Filmlerinde de büyük oranda göç, öze dönüş, arada kalmışlık, kimlik türünden meseleleri merkeze alırlar. Bu da bu yapımların dört başı mamur Afrika filmi olmasını büyük oranda engeller. Çünkü onlar içeriden bir hikâyeyi değil, arada kalma halini hikâyeleştirirler. Avrupa, görüldüğü üzere küresel düzeyde başarı sağlayan Afrika filmlerinin başat bir aktörü konumundadır.
Yalnızca Afrikalı değil, belirli bir estetik seviyede film üretme gayreti içerisinde olan her sinemacı için uluslararası fonlar önemli bir destekçi konumundadır. Özellikle son birkaç on yılda, bağımsız sinema alanı iç içe geçişlerin çok fazla olduğu karmaşık bir sistem haline geldi. Bu minvalde, birçok ülke yumuşak güç politikası uyarınca küresel sanat sineması faaliyetlerine destek veriyor. Bu alanda en büyük destek şüphesiz Avrupalılar tarafından sağlanıyor. Bununla birlikte, Doha Film Institute örneğinde gördüğümüz üzere Avrupa dışından ülkeler de alanda aktif bir şekilde yer almaya başladı.
Yalnızca Afrikalı değil, belirli bir estetik seviyede film üretme gayreti içerisinde olan her sinemacı için uluslararası fonlar önemli bir destekçi konumundadır.
TRT’nin iki yıl önce Filistinli yönetmen Elia Suleiman’ın Burası Cennet Olmalı (It Must Be Heaven) adlı filminin yapımcıları arasında yer alması bunun güzel bir örneğiydi. Fakat bu türden küçük adımların küresel düzlemde büyüyerek devam etmesi önem arz ediyor. Özellikle Afrika kıtasında kültürel düzlemde var olmak, Türkiye’nin ekonomik ve politik yakınlaşma çalışmalarını perçinleyecektir.
Sinema, bu yakınlaşma için elverişli bir alan sunuyor. Türkiye, sayısı yüzü bulan sinema okulu ve üretken film/dizi endüstrisi aracılığıyla kıta sinemasıyla organik bir bağ kurabilir. Afrikalı sinemacıların filmlerine fon bulmak için sıklıkla uğradığı şehirler arasına İstanbul da katılabilir. Yalnızca yapım değil, dağıtım ve gösterim alanlarında da deneyimlerimiz kıta ile kültürel düzlemde yakınlaşmamız için bir aracı olabilir. Bununla birlikte, geleceğin Afrikalı sinemacıları sinema okullarımızda eğitim alabilir. Bu türden bir ilişki, Afrikalı sinemacıların bir kısır döngü haline gelen Afrika/ Avrupa dikotomisinden çıkmalarını bile sağlayabilir.