Afrika Tarihinin Dönüm Noktaları

Çarşamba, Ekim 26, 2022

“Sömürgecilik Dönemi”ni Afrika için ilelebet donmuş ve sabitlenmiş bir süreç gibi okumak hatasına düşülmemelidir. Kıtayı donmuş ve tarih ırmağı içinde akış ritmini yitirmiş bir ünite gibi okumak, yanlış değerlendirmelere sebep olacaktır. Yakından bakıldığında, kıtadaki farklı topluluklar, dinler ve dillerin genellemeler yapmaya çok uygun olmadığı görülecektir.

Afrika tarihi, yüzlerce yıl boyunca birçok ön yargı ve mitlerle örülü bir anlatı formunda ulaştı bizlere. Afrikalılar ya da Afrika toplumları ise zaten yazılı kaynaklarının eksikliğine işaret edilerek “tarihsiz toplumlar” olarak tanımlandı ve bu tanım, Afrika ile ilgili yapılabilecek tüm bilimsel çalışmaları gölgeledi. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında Afrikalı tarihçiler ise doğal olarak şu soruyu sordular: Neden Antik Yunan tarihinin İlyada ve Odise gibi sözlü tarih öğeleri ile temellendirilmesi kabul görürken Afrika’nın sözlü tarih geleneği reddedildi ve Afrika “tarihsiz” ilan edildi? Afrika toplumlarının çağlar boyunca yaşadığı zaferler, yenilgiler, dini inançlar, törenler vb. ile birbirine eklenerek oluşan kolektif hafızasının ürünleri olan bu eserler neden değersiz addedildi? Diğer önemli bir soru ise, Afrika neden Avrupa tarihinin kavramları ve dönemselleştirme parametreleri temel alınarak incelendi? Yoksa, Afrika toplumlarının özgün kültürler oluşturamayacakları, tek başına tarih sahnesinde yer alamayacakları ve dolayısıyla hep bir “koruyucu” ya da “veli” ye ihtiyaç duyacakları gibi bir sonuca mı varmak gerekiyordu? 

İşte Avrupa’da Aydınlanma Çağı ile başlayan, David Hume’un “Beyazlarınkinden başka bir medeniyet tanımam” dediği, Hegel’in ise Afrika kıtasını kendi içinde renk skalası oluşturarak sınıflandırdığı ve Sahraaltı Afrika’yı barbar ve vahşi olarak tanımladığı tüm hastalıklı bakış açıları yüzlerce yıl birbirlerini besleyerek Afrika’nın tarihsel bir birim olarak müstakil ve objektif bir şekilde kendi kaynakları üzerinden çalışılmasının önüne geçmekteydi. Ya da bu alanda yapılan çalışmalar, özelikle “sömürgecilik dönemi ve kölelik” üzerinde yoğunlaştığından kıta genelinin tarih yazımı ile ilgili görme bozukluklarının ortaya çıkmasına neden olmaktaydı.

Bu durumun İkinci Dünya Savaşı sonrasında yavaş yavaş değiştiği gözlemlenmektedir. Özellikle bağımsızlık süreçleri ile Afrikalı devletler uluslararası arenada daha fazla yer almaya başladılar. Gerek yerel tarihçiler gerekse de farklı milletlerden Afrikanistler, Afrika tarihini teorik ve de metodolojik olarak daha doğru bir zeminde ele almaya başladı. “Batı merkezci bakış açısı” yerine 1920’lerde Latin Amerika çalışmalarında gündeme geldiği üzere “Alan Çalışmaları” yaygınlaşmaya başladı. Bu anlamda özellikle UNESCO’nun birçok yerel tarihçinin söz sahibi olduğu hem Afrika’da konuşulan yerel dillerde hem de belli başlı dünya dillerinde yayınlanan sekiz ciltlik “General History of Africa” isimli devasa eseri önemli bir dönüm noktası oldu.

Bu dönemde, Carter Godwin Woodson ve W.E.B Du Bois gibi birçok Afrika kökenli tarihçi ya da sosyal bilimci “medeniyet” kavramını sorgulamaya açarak Afrikalıların dünya medeniyet tarihine yaptığı katkılara yönelik eserler ürettiler. Mısır Medeniyeti ve Yunan Medeniyetinin “Afrikalı” kökenlerine vurgular yapan tarihçiler ise meseleyi biraz daha uçlarda gündemde tutmayı denediler. Özellikle son otuz yıldır, dünya tarihinin ayrışma noktalarına değil, bütüncül alanlarına odaklanmayı tercih eden yeni yaklaşımlar da gündemdedir. 

Afrika tarihini doğru okumak uzun yüzyıllar boyunca kıta ile temas içerisinde olan Osmanlı İmparatorluğu araştırmacıları için de büyük bir önem arz etmektedir. Osmanlı Devleti’nin 16. yüzyıldan itibaren özellikle Hint Okyanusu dünyasına dâhil olma girişimleri, onu Afrika’ya yakınlaştırdı. Kızıldeniz liman şehirlerinde kurduğu hâkimiyet ve Mısır’ın Osmanlı yönetimine geçmesi ise Osmanlı’yı Afrikalı bir devlet yaptı. Birinci Dünya Savaşı’na doludizgin giden 20. yüzyıl ilk çeyreğinde, İtalyanların işgal ettiği Trablusgarp’tan çekilene kadar Osmanlı’nın dört yüz yıl boyunca Afrika ile çok yönlü temasları oldu.

Kızıldeniz liman şehirlerinde kurduğu hâkimiyet ve Mısır’ın Osmanlı yönetimine geçmesi ise Osmanlı’yı Afrikalı bir devlet yaptı. 
Osmanlı Devleti için Afrika’nın hiçbir zaman tek bir tanımı olmadı. Tanımlar zamana ve bölgeye göre değişkenlik arz etti. Otuz milyon kilometrekareyi aşkın coğrafi yayılımı, yüzlerce farklı dili, yedi iklim ve rengârenk yapısıyla Afrika’nın tek bir tanımı olamazdı zaten. 16. yüzyılda Hint Okyanusu merkezli bir Afrika nosyonu ile Afrika’nın Doğu (Uzak Doğu) dünyasına uzanan yönü ile temasta oldu. Portekizlilerin egemen güç olmaya çabaladığı Hint Okyanusu dünyasında ticaret yaptı, yerli sultanlarla iş birliği içinde oldu. Baharat Yolu’nu kontrol etmeyi planladı. Kızıldeniz liman şehirlerindeki varlığı ile bir yandan yüzünü kutsal topraklara çevirdi. Her renk ve dilden Müslüman hacıyı Kızıldeniz’in öte tarafındaki kutsal topraklara taşıdı. Öte yandan Afrika’nın başta esir ticareti olmak üzere (!), tarım, fildişi, baharatlar gibi çeşitli emtialarını Akdeniz dünyasına taşıdı. Kuzey Afrika’da kurmuş olduğu eyaletler ile idari, ekonomik, sosyo-kültürel uzantıları günümüze kadar ulaşan güçlü imparatorluk ağları kurdu.             

Bugün, Osmanlı’nın kıtada temasta olduğu bu bölgeler üzerine hazırlanmış nitelikli çalışmalar mevcuttur. Özellikle Mısır Eyaleti ve 19. yüzyılda Mısır’ın sınırlarını güneye doğru genişleterek hem Sudan’da hem de bugünkü Uganda sınırları içerisinde kalan bölgelerde etkin olma girişimleri de detaylıca çalışılmayı beklemektedir. Osmanlı Devleti’nin kendi sınırları içerisinde bulunmayan daha uç bölgelerle de temasları olmuştur. Güney Afrika’daki Müslümanların eğitimi için göndermiş olduğu ilim adamı Ebubekir Efendi’nin büyük bir öngörü ile bölgede sadece Müslümanlar için değil, yerel halk için de örneklik teşkil edebilecek kurumsal varlığı günümüze kadar uzanmaktadır. Ayrıca, yine 19. yüzyılda tüm Doğu Afrika’yı idaresi altında bulunduran Müslüman Zengibar Sultanlığı ile geliştirilmiş ile olan temaslar da dikkate değerdir. Bununla birlikte, 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin kıtanın genelinden ziyade, Kuzey Afrika’da özellikle Mısır Meselesi ve Trablusgarp ile hemhâl olduğu görünmektedir. Zira 19. yüzyıl sadece Afrika için değil, tüm dünya için çok köklü değişimlerin yaşandığı bir yüzyıldır. Osmanlı Devleti de hem Balkanlar’daki hem de Afrika’daki toprakları nedeniyle bu yüzyılı Afrika kıtasındaki diğer toplumlar gibi “en uzun yüzyıl” olarak tecrübe etmiştir.

Oysa Afrika’yı paylaşmaya girişmeden önce Uzak Doğu’da kozlarını paylaşan Avrupalıların Afrika’yı da talan etmeleri o kadar kısa sürede (1885-1900) olmuştur ki. Sonraki nesillerde tüm Afrika tarihini “sömürgecilik” tarihi olarak okumak, kıtanın tarihini, ekonomisini, siyasetini incelerken hep “sömürgecilik öncesi” ve “sömürgecilik sonrası” şeklinde adlandırmak, sürecin uzunluğundan değil, tahrip edici etkisindendir. “Sömürgecilik Dönemi”ni Afrika için ilelebet donmuş ve sabitlenmiş bir süreç gibi okumak hatasına düşülmemelidir. Kıtayı donmuş ve tarih ırmağı içinde akış ritmini yitirmiş bir ünite gibi okumak, yanlış değerlendirmelere sebep olacaktır. Yakından bakıldığında, kıtadaki farklı topluluklar, dinler ve dillerin genellemeler yapmaya çok uygun olmadığı görülecektir. Afrika’nın dünya tarihindeki yerini anlamak, bölgenin dünyanın geri kalanından izole bir yer değil de tarih boyunca sosyo-kültürel ve ekonomik yönlerden tüm dünya ile temasta olduğunu bilmek, Afrika algımızı da belirleyecektir. 

Kaynaklar:
General History of Africa, UNESCO. (1981-1993)
Dünya Tarihinde Afrika, Küre Yayınları. (2016)


İlgili Haberler

telve
Telve

Dilara Gündüz’ün “Avusturya Göçü’nün 60. Yılı” sergisi, sadece fotoğraflarla değil, aynı zamanda derin insan hikâyeleriyle de

Perşembe, 21 Kasım 2024

baglar
Bağlar

Aliya’nın yakın dostu Mustafa Spahic ile Aliya ile tanıştığı yıllardan bugüne Aliya’yı ve onun düşünce mirasının anlamını kon

Çarşamba, 20 Kasım 2024

duyurular
Duyurular

Sözleşmeli Bilişim Personeli Alım İlanı

Çarşamba, 20 Kasım 2024