Alacakaranlık
Pazartesi, Ekim 24, 2022Kafamın bulanıklığı gittikçe artı. Ben olduğunu iddia eden delinin biriyle nereye varacağı belli olmayan uzun bir sohbet içindeydim. Ona bir türlü inanasım gelmiyordu. Bir şeyler ters gidiyordu.
Gün geceden zamanı devralırken sayfalarca okuduğum kitabım elimden düşmek istedi. Benimle birlikte ağaran sabahı görmek istemedi belki. Çok uzun gecelerimiz oldu böyle, şafağı olmayan sabahlarımız. Onu düşünmediğim, onunla konuşmadığım tek satırım olmadı. Her günüm, her anım onun arayışları içinde geçiyordu. Nedir bu bitmek tükenmek bilmeyen arayış? Keşke bir şeyler yapabilsem, keşke ona bir siluet verebilsem. Elimle kaş, göz, dudaklar çizebilsem. Keşke arayışımın bir görüntüsü bir portresi olabilse! O zaman işim daha kolay olurdu, belki etraftan da destek alırdım. Ama yoktu ben hiçliğin içinde bir hiç olmaya, hiçi aramaya mahkûmdum. Kalbim mütemadiyen bir ıstırabın içinde inliyor, gözlerim artık hüznün renginden başka bir renge bürünmüyordu.
Nihayet
gün iyice kendini gösterdi, yorgun, hüzünlü gözlerime düşmeyen uyku bir an
gelir gibi oldu. Fakat uyuyabilmemin imkânı yoktu. Her ne kadar insanlardan
kaçsam da onlar bana geliyordu. Elbette ki ihtiyaçları olduğu için çalınıyordu
kapım yoksa kimsenin ne hâlde olduğumla ilgilendiği yoktu. Kapı zili bugün her
zamankinden telaşlı çaldı, birilerinin ciddi bir aceleciliği vardı. O ne kadar
telaşla çalışıyorsa ben o kadar ağırdan kalktım masamdan. Üzerime pardösümü
alıp saçlarımı örttükten sonra kapıya yöneldim, kapı koluna dokundum, içimden
bir ses çevirmemem gerektiğini söylese de kulak vermedim ve açtım. Karşımda
duran soluk benizli, zayıf, esmer tenli, uzun boylu otuzlu yaşlarında bir
erkekti. Daha bir şey dememe fırsat vermeden beni iterek içeri girdi. Korkudan
gözlerim fal taşı gibi açıldı, sesimi çıkartacak oldum ki elleriyle ağzımı
kapattı.
- Lütfen bağırma, amacım sana zarar vermek değil sadece birkaç saatliğine burada saklanmam gerekiyor dedi.
Gözleri ve dudakları aynı şeyleri söylüyordu, durdum, gözlerimi kapatarak peki dedim. Elini ağzımdan çeker çekmez yere yığıldı. Belli ki son gücünü de beni susturmak için kullanmıştı. Evimin içinde bir yabancıyla kalakalmıştım. Artık her şey bana bağlıydı, netice itibariyle adam yerde baygın yatıyordu, pekâlâ onu kovalayanlara teslim edebilir veya polisi arayabilir bu korkudan kurtulabilirdim. Ama yapmadım. Olduğu yerden kaldıramasam da yastık ve battaniye getirip üzerini örttüm. Uyandığında yemesi için yemek hazırladım. Saatler geçmesine rağmen ne başka kimse kapıma dayanmış ne de o uyanmıştı. Nefesini kontrol etmek için eğildim, yaşıyordu. Yemek soğumuş ben de artık uykusuzluktan bitkin düşmüştüm. Odama geçip uzandım, uyumuşum. Beynimin içinde bir şeyler hareket ediyormuş gibi hissettim ve sıçrayarak uyandım. Kapı önünde bıraktığım kişi hâlâ öylece duruyordu. Gece epey yol kat etmiş, gece yarısına ramak kalmıştı. Ben ne yapıyordum, kim olduğunu bilmediğim üstelik evime zorla giren bir yabancıyla yalnızdım? Ne kadar sorsam da cevabım yoktu. Yerde boylu boyunca uzanmış olan bu adamın boyu gördüğümden daha uzundu. Kemikli elleri, geniş omuzları ve zayıflıktan meydana çıkmış köprücük kemikleri ile dev bir iskeleti andırıyordu. Kıyafetleri perişanlığını ele veriyor, solmuş siyah bir tişört ve siyah bir kot ile gecenin siyahlığına karışmak istediğini söylüyordu. Derken davetsiz misafirim gözlerini aralamaya başladı. Korkudan bakma fırsatı bulamadığım gözleri kocaman ve simsiyahtı. Uzun kirpikleri gözlerini daha da güzel gösteriyor, keskin yüz hatları bitkinliğine rağmen yakışıklılığını ortaya koyuyordu. Kırmızı dolgun dudakları, hafif uzun siyah saçları ve simsiyah kaşlarıyla farklı bir âlem gibiydi. Karşısında ona merakla bakan yabancı bir kadının gözleri vardı ve o benden daha büyük bir ürkeklikle dudaklarını aralayarak “merhaba” dedi. Sesinin rengi bir melodi gibiydi. Bir şeyler daha da tuhaf gitmeye başladı, gönlümde bu yabancıya karşı değişik bir sıcaklık duymaya başladım. Gerçi burada tuhaf olmayan ne vardı! Beynim cevapsız sorularımdan yorulmuştu. Kimlerden ve neden kaçıyordu, madem evimdeydi bunları bilmek hakkımdı.
- Sen kimsin?
- Misafirinim.
- Evime zorla girdin.
- Hayır, sen davet ettin.
- Ağzımı kapatan, benden yardım isteyen sen değil miydin, nasıl davet ettim?
- Ettin, beni çağıran sendin.
- Mümkün değil! Kimden kaçıyorsun?
- Senden.
- Benden kaçarak bana mı geldin?
- Evet, kaçtığım sensin, geldiğim yine sen…
- Haydaaa! Niyetin beni delirtmekse peşinen söyleyeyim, aklımın başında olduğunu söyleyemem.
- Ha ha ha… Hayır, hayır beni delirten asıl sensin. Günlerdir büyük bir gürültüyle kafamın içinde sesin yankılanıyor, kaçtıkça daha da yakından işitiyorum ve sonunda kendimi bu sesin huzurunda buluyorum. Acaba kim kimi delirtme niyetinde?
- Anlayamıyorum. Madem kaçtığın benim, vardığın yine ben, peki neden yere yıkılıverdin?
- Cevabı sende! Neden beni yere yığıverdin?
Sorular peşin sıra gelmekte, cevaplar bir türlü yerini bulamamaktaydı. Artık sabrımın limiti dolmuştu.
- Bak kardeşim, kendi hâlimde kitabımı okurken kapım çaldı ve gelen sendin. Kelime oyunu yaparak beni iyice çileden çıkartmaya çalışmanın âlemi yok. Hem zaten burada olduğunu bir yere de bildirmiş değilim. Yeteri kadar dinlendin sanırım. Vakit zaten gece, şimdi çıkıp gidersen bu karanlıkta seni kimse görmez. İyilik yaptım madem sen de bu iyiliğin karşılığını buradan giderek öde. Gitmeyeceğim diyorsan da düzgünce kimsin, nesin anlat, yapabilirsem sana yardımcı olurum.
- Kendim gelmedim ki gidebileyim. Beni sen çağırdın diyorum hâlâ anlamak istemiyorsun. Yoksa sabahın köründe niye kapına dayanayım!
- Diyelim ki çağırdım. Sen her çağırana gider misin?
- Her çağırana gitmem, hatta ilk defa birinin çağrısına geldim. Sana bir sır vereyim mi! Çağırdığın gibi yine gönderecek olan sensin.
Zihnimin bulantısı gittikçe artmıştı. Çağırdığım gibi gönderecek olan yine benmişim. İyice kafa bulmaya başladı, yalnız gördü ya, herhalde kolay lokma sanmıştı.
- Tamam, anlıyorum gitmemek için beni manipüle etmeye çalışıyorsun. Gördüğüm kadarıyla hâlâ yerinden kımıldayacak güçte değilsin.
- Evet değilim, çünkü varlığımdan korktuğun için beni yere yığan sensin. Benimle yüzleşmekten kaçıyorsun. Korkularını yenebilirsen o zaman yerimden kalkabilirim.
- Hmmm, bu hâl gittikçe keyif vermeye başladı demek seni istediğim gibi yönetebilirim! Kalk o zaman, kapıyı aç ve dışarı çık.
- Ha ha ha. Korkularını yönetebilirsen kalkarım dedim, emirlerinle değil.
- Çıldıracağım…
- Sakin ol. Hadi bana bir isim ver. Hiçliğin içinde bir hiç olarak kalmak istemiyorum.
- Hiçliğin içinde bir hiç, hiçliğin içinde… hiç… Neden bilindik geliyor bu cümleler? Aklımla oynamaya devam ediyorsun.
- Hayır, aklınla oynamıyorum. Sen günlerdir bir arayış içerisindesin, ne aradığını bilmediğin için beni görünce tanıyamadın. Aradığın, beklediğin benim. Bak geldim işte.
- Ama ben seni neden arayayım ki!
- Bunu sen bileceksin. Aradın, çağırdın, geldim. Bana bir isim ver ki ben de kim olduğumu bileyim. Öyle görünüyor ki uzunca bir zaman burada birlikte yaşayacağız. Beni çağırmasını bildin ama göndermesini bilmiyorsun, belki de biliyorsun ama göndermek istemiyorsun.
- Saçmalama, bilsem neden göndermeyeyim! Daha nasıl çağırdığımdan haberim yok, bir de göndermesini mi bileceğim!
- Orasını ben bilemem, arzularının ürünüyüm. Bir ayna ver de şeklime şemailime bakayım.
- Hani seni yöneten bendim, ayna istemeni de ben mi istedim?
- Elbette sen istedin, burada olup biten her şey senin arzu ve heveslerin. Baksana beni bir erkek olarak getirmişsin.
- Delirme be! Saçma sapan konuşma! Erkekmiş, daha yerinden kımıldayamıyor, bir de hava atıyorsun.
- Sesin mi titriyor senin? Korkma, elimi kıpırdatacak durumda değilim. Yalnız korkuların çoğaldıkça bedenim kaskatı kesiliyor. Biraz rahatlamaya başlarsan fena olmaz, misafirinim neticede bana eziyet ediyorsun.
- Senin canın yanıyor mu ki!
-Yanıyor tabii, aslında senin de canın benimle birlikte yanıyor fakat farkında değilsin. Benden kurtulmaya o kadar odaklanmışsın ki, anlamaya, tanımaya çalışmıyorsun bile.
- Seni anlasam, tanısam ne olacak ki zaten gideceksin.
- Öyle değil işte. Tanınmak olmasa da anlaşılmaya ihtiyacım var. Herkes beni anlasın istiyorum en çok da sen anla. Günlerce, gecelerce bir yerde durup bir anlayanımın olmasını bekliyordum. Nihayet beynimin içinde sesini duymaya başladım, kendimi bilmez vaziyette koştum, kaç gündür koştuğumu bile bilmiyorum. Bazı anlarda beni çağıran o sesten kaçtım, fakat bir türlü kurtulamadım. O zaman teslim olmaya karar verdim. O kadar hasretim ki anlaşılmaya belki dedim bu sesin sahibi beni anlar. Arayışlarım son bulur, anlaşılınca huzura da kavuşurum.
- Sen de mi bir arayış içerisindesin? Bu durumda belki de ben seni değil sen beni çağırdın?
- Öyle olsaydı, yerde yığılan sen olurdun, beni çağıran sensin, anlaşılmak isteyen de yine sensin. Kendini o kadar gözden çıkartmışsın ki bunları dile getirmek için beni konuşturuyorsun.
-Yani eğer kelimelerin bana ait ise sen de ben olmalısın. Yanılıyor muyum?
- Kim bilir, belki de ben senim, belki de sen bensin!
Kafamın bulanıklığı gittikçe artı. Ben olduğunu iddia eden delinin biriyle nereye varacağı belli olmayan uzun bir sohbet içindeydim. Ona bir türlü inanasım gelmiyordu. Bir şeyler ters gidiyordu. Madem bendi veya ben oydum neden benim şeklimde değildi! Düşündükçe iyicene içinden çıkılamaz bir hâl içine sürükleniyor, saatlerdir süren bu sonu gelmeyen konuşmalara bir nihayet vermek istiyordum. Zihnimi toparlamak, kendime gelmek için pencereyi açmak istedim ki…
“Zırrrrrrrrrrrrrrr, zırrrrrrrrrrr, zırrrrr…”
“Offffff, ne oluyor ya, kim bu sabahın köründe kapıma alacaklı gibi dayanan!”