Kimlik, Çığlık, Başlangıç: Afrika’nın Müziği

Perşembe, Ekim 27, 2022

Ritim Afrika’nın doğasıdır, bu duyguyla büyütülür bebekler ve hayatın müziği çok erken yaşlarda kulaklarına dolarak kalplerini yeşertir, ruhlarını emzirir. Bazı kabilelerde görülen doğan her çocuğun kendisine ait bir şarkısının olması geleneği, yani dünyaya gelmeden önce annesi tarafından mucizevi bir şekilde duyulan (bestelenen-hissedilen) bu şarkıyla dünyayı selamlama meselesi, bütün bir ömrü kuşatan müzikal iletişimin kodlarını da içerir.

Geçmişte kimse sana sormadı
Geçmişte kimse bana sormadı

Geçmişte böyle yürürdü işler
Geçmişte ne olursa olsun
Kimse bilmek bile istemezdi
        (Salif Keita / Folon)

Afrika’da müzik, hayat alfabesinin ilk harfidir. Söz buradan başlar, ilk nefes ritimdir, yaşamın kaynağına buradan ulaşılır. Müzik; kimlik, çığlık ve başlangıçtır. Yüzyıllar boyunca yeraltı ve yerüstündeki bütün değerleriyle sömürülen Afrikalılar için müzik, ellerindeki son direniş kalesi ve çığlıklarının simgesidir. Öfkeleri, coşkuları, acıları ve sevinçleri müziğe gömülmüştür. Müzik -hassaten geleneksel Afrika müziği- kıtanın her köşesini çiğneyen sömürgecilerin kara çizmelerine rağmen hayatta kalmayı, varlığını korumayı başarmıştır. Dans, ritim ve müzikle örülmüş bir hayatın varlığı, tam anlamıyla Afrika’yı tasvir eden nihai bir konumlandırmadır. Yaşamın merkezinde her daim var olan ritim; dini, siyasi, sosyal ve kültürel olgular arasında bir düzenleyici olarak göze çarpar. Yani kısaca hayata değil müziğe ayak uydurursun Afrika’da ve şüphesiz yine aynı sonucu verir. Söylemek ve hareket etmek yekpare eylemlerdir, özdeş bir düzlemi işaret eder. Bu sebeple dans ve müziğin zihnen ayrı bir bağlamda düşünülmesi dahi mümkün değildir. Afrika’da müziğin işlevi, doğum ile ölüm arasındaki hayat yolunu anlamlandıran başat bir unsur olarak temayüz ederken; kötü ruhları kovmak, ölülere saygı göstermek, evli çiftleri kutlamak, baharı karşılamak, zaferi ululamak, ataları selamlamak, doğumları duyurmak ve cenazeleri uğurlamak gibi sosyo-kültürel yaşantının bütün önemli anlarında müzik/ritim devreye girer. Geleneksel Afrika müziğinin etkinlik alanı bütün hayatı kapsayan kuvvetli bir rüzgârdır aslında, her an yüzünüzde hissedebileceğiniz türde serin ve sürekli bir rüzgâr.

Afrika kıtasının oldukça zengin bir gelenekle birlikte, derinlemesine bir kültürel birikim ve çeşitliliğin içinden doğan otantik müziği, ortak bir hafızanın oluşması, tarihin/tabiatın varlığına şahitlik edilmesi ve sosyal süreklilik için hareket alanı sağlaması gibi hayati anlamları olan varoluşsal bir temsiliyet ve en nihayetinde toplumsal bir bellektir. Bu bağlamda kıtadaki cari müziğin tarihsel serüveni, krizler, virajlar ve engebeli yollarla birlikte anılır ve anlaşılır. Müziğin rolü, farklı dönemlerde (sömürgecilik öncesi, sömürgecilik, bağımsızlık) etkileşim ve dönüşümlere bağlı olarak halkın gösterdiği reflekslerle biçimlenmiştir. Sözgelimi, geleneksel Afrika müziğinin sömürge öncesinde, dönemin bütün sosyolojik hususiyetlerini üstünde/ruhunda taşıdığını söyleyebiliriz. Krallıklar ve imparatorluklar çağında müzik; kültürel dinamizmi yüksek, yerel olanın en saf haliyle temerküz ettiği, dış etkilere kapalı, daha otantik, ayinsel ve son derece rafine bir ruh haliyle karşımızdadır. Kabileciliğin, kentleşmenin tam karşısında durduğu, yalın, keskin, içe dönük yıllar. 

Afrika’nın ruhu, bir kültürel dinamizm biçimi olarak günlük hayatı da içine alan kadim sözlü kültür geleneğini içeren bir anlamdır. Tarihsel bağlamda varoluşunu bu temsil üzerinden okuyabileceğimiz “kara kıta”nın iletişim refleksleri, kültürel yaşantıyı sürükleyen ritim duygusuyla birlikte düşünülmelidir. Ritim Afrika’nın doğasıdır, bu duyguyla büyütülür bebekler ve hayatın müziği çok erken yaşlarda kulaklarına dolarak kalplerini yeşertir, ruhlarını emzirir. Bazı kabilelerde görülen doğan her çocuğun kendisine ait bir şarkısının olması geleneği, yani dünyaya gelmeden önce annesi tarafından mucizevi bir şekilde duyulan (bestelenen-hissedilen) bu şarkıyla dünyayı selamlama meselesi, bütün bir ömrü kuşatan müzikal iletişimin kodlarını da içerir. Tarlada çalışırken, arkadaşına seslenirken, avlanmaya giderken, hatta bir cenazeyi kaldırırken bile ritim asla dışarda bırakılmaz. Afrika’da müzik içten dışa doğru uzanan bir söz köprüsüdür. 



Kölelerin Çığlıkları 

Bağımsızlık uyanışının müzikle birlikte okunması, geleneksel olana yeniden sarılan çağdaş müzisyenlerin ruh hallerini anlamamıza da yardımcı olacaktır. Sömürge yıllarında kolonyalist güçlerin kültürel hâkimiyet ve tahakküm kurma girişimlerine, kendi kimlik ve aidiyetlerine sırtlarını dönerek onay veren, yani bir bakıma cellatlarına cesaret aşılayan müzisyenlerin, çıkmaz bir sokakta kaybolduklarını anlamaları epey uzun sürmüştü. Politik uyanış, tür ve enstrüman zenginliğiyle yıllar içinde oluşan müzikal çeşitliliğin taklit yerine sentez imkanını hatırlatmasına vesile olmuştu aslında. Afrika ritimlerini batı melodileriyle harmanlayan müzisyenlerin African music tarzının temellerini atmaya başladıkları bu dönem, müzik endüstrisinin yüzünü Afrika’ya çevirmeye başladığı yıllara tekabül eder. Kıtanın ilk müzik yıldızları olarak bilinen Ali Farka Toure, Salif Keita, Fela Kuti, Mory Kante, Youssou N’dour ve Toumani Diabeté gibi isimler büyük bir şöhret kazanarak, seslerini tüm dünyaya duyurmayı başarmışlardı. 

Portekizlilerin 15. yüzyıl ortalarında Batı Afrika sahillerine gelmesiyle başlayan köle ticareti, yurtlarından koparılan milyonlarca Afrikalının, Avrupa, Karayipler ve Amerika’ya götürülmesine yol açan utanç verici büyük bir kötücüllük örneği olarak kayıtlara geçmişti. Ruhlarını, yani müzik aletlerini yanlarına almalarına izin verilmeyen köleleri, gittikleri yerlerde hayatta tutan şey; en ağır şartlar altında çalıştırıldıkları pamuk ve şeker kamışı tarlalarında sırtlarını yakan kırbaçlar eşliğinde söyledikleri hüzünlü özgürlük şarkıları olmuştu. Yurt duyguları zedelenmiş Afrikalı kölelerin bu çığlıkları, ilerleyen yıllarda modern blues ve cazın temellerini oluşturan ezgiler bütünü olarak tüm kıtaları dolaşarak büyük fırtınalar estirecekti, Afrika dâhil. Şurası kesin, siyahi köleler idam edilip kırbaçlanabilirdi; dünya onlara dar edilebilirdi ama çığlıkları asla susturulamazdı. Gemilere balık istifi doldurulurken müzik aletlerini yanlarına almalarına izin verilmeyen köleler ve onlar tarafından yeni dünyaya armağan edilen jazz... Bu müzikal anlayışın ilk dönem enstrümanları arasında trompet ve klarnet gibi çalgıların (saksafon ve piyano daha sonra) baskın olma gerekçesinin, iç savaş zamanındaki krize bağlı olarak köleler tarafından bandodan çok ucuza alınmalarıyla ilgili bir mesele olduğu söylenmektedir. Yoksulluğun belirlediği bir hayat ritmi ve elbette jazz.

 

Kaplumbağa Adası’nda (Amerika) jazz/blues olan çığlık, Jamaika’da Maroon adıyla bilinen Ganalı savaşçı kölelerin dağlarda İngilizlere karşı yaktığı isyan ateşiyle birlikte bir kuşak sonra Bob Marley adıyla anılacaktır. Siyah çığlıklar, Afrika kıtasının dışında oldukça geniş bir ses evrenini temsil etmişlerdir. İsyan ve ritim hiç bitmeyen bir şarkı gibi kölelerin ruhunda dünyayı dolaşacaktır. Brezilya topraklarına ayak basan sömürgeciler, çalıştırmak üzere yanlarında getirdikleri kölelerin isyan ederek Amazon ormanlarına kaçmalarına engel olamamışlardır. Ormanlarda saklanan kölelerin, katillerinden korunmak için geliştirdikleri ölüm dansı Capoeira’nın doğuşu mesela, müzik ve dans bağlamında baktığımızda Afrika’nın kıtaları aşan büyük hikâyesinin özeti gibidir adeta. Dans ya da müzik, kölelerin en büyük silahı. Bu silahı alıp emperyalistlere doğrultan Bob Marley, African tarzın uzak kıtalardan yankılanan yoldaş sesleri arasına girmiştir. “Zimbabwe” isimli şarkısıyla bunu herkese ispat etmiştir zaten. Marley’le anılan reggae türü, özellikle Güney Afrika, Fildişi Sahili ve Nijerya’da yerel tınılarla harmanlanarak yeniden hayat bulmuş, kabul görmüştür.

Vuvuzela’dan Ötesi

Afrika kıtasından bahsettiğimiz zaman -kuzeydeki baskın Arap-Berberi etkisinden dolayı- kültürel kimlik üzerinden bakarak Sahraaltı bölgesinden bahsetmiş oluyoruz aslında. Ama kuzeydeki müzikal anlayışlar da Afrika’ya dâhil. Sözgelimi, Sufi Berberilere özgü, kendi içinde kuralları olan bir ibadet şekli olarak bilinen Gnawa müziği, kıtadaki müzikal çeşitliliğin önemli yapı taşları arasındadır. Yine çölün mavi adamları Tuaregler’in çölde yaşamalarının anlamına tekabül eden binlerce yıllık müzik gelenekleriyle hatırı sayılır bir ağırlıkları vardır. Tinde adı verilen davullarının sesi, çölün müziğine karışarak yatağını bulmuştur. Modern dönemde çölde blues yapan Tinariwen (çöller) ve Etran Finatawa (geleneğin yıldızları) gibi önemli göçebe Tuareg grupları ortaya çıkmıştır. Cezayir’in Oran bölgesinde yeşeren muhalif Rai müziği (rai, rey, görüş) Cheb Mami, Khaled ve Rachid Taha’nın albümleriyle geniş kitlelere ulaşarak kuzeyin daha Arap esintili havasını Fransa’ya taşıyan bir tür olarak dikkat çekmiştir. Osmanlı hinterlandı içinde kalan Sudan’dan Hamza Ed-Din de başarılı müzisyenler arasındadır. Zenci Musa’yı bilmek kadar Hamza Ed-Din’i de tanımak mühim.


Sahraaltı bölgesinde ise güney ve batı kıyılarının dış etkilere göre farklılık gösteren müzikal renklere sahip olduğunu söyleyebiliriz. Freddy Mercury’nin memleketi Tanzanya/ Zanzibar’da Arap-Hint esintili sentez bir African tür sayılan Taarab müziğini, kaç yaşında olduğu bilinmeyen, bu türün en iyi icracısı olarak kabul edilen “küçük ninemiz” lakaplı Bi Kidude’den dinlemek gerekir. Lompoul Çölü’nde düzenlenen Sahel Müzik Festivali’yle kum tepelerinin üzerinden dünyaya seslenen Senegal, meşhur müzisyeni Baaba Maal’ın ilgi çekici tarzıyla hatırlanıyor. Maal’ın "Dakar Moon" şarkısının Afrika’nın ruhunda gezinen bir güzelliği vardır mesela. Yine başka bir Senegalli, ülkesindeki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sürpriz adayı Youssou N’Dour da uluslararası üne sahip müzisyenlerden. Özellikle Sama gueut gui isimli şarkısının içinde derin bir keder saklıdır sanki.

Mali, müzikal anlamda kıtanın en bereketli havzası olarak biliniyor. Bu havzayı besleyen halk ozanlarının (Griot) dilinde, yüzlerce yıllık bir kültürü şarkı/hikâye/dua ve şiir harcıyla ayakta tutmanın çabası vardır aslında. Başarılı sentezleriyle seslerini dünyaya duyurmayı başarmış Malili müzisyenler, bu çabaya ortak olarak Griot şarkılarının mirasını sırtlanmış ve modern griotlar olarak yollarına devam etmişlerdir. Irkçı beyazların yüzünde tokat gibi patlayan şarkılarıyla dikkat çeken Güney Afrika ve bu ülkenin kalbinde icra edilen müzik, doğası gereği daha protest bir dile sahiptir. Müzikal anlamda belki de batıyla ilk tanışan Afrika ülkesi olarak Güney Afrika adını zikretmemizde bir sakınca yok. Çünkü Paul Simon’un bu ülkedeki müzisyenlerle kaydettiği 1986 tarihli Graceland albümü -her ne kadar politik tavırdan uzak, dertsiz şarkılardan oluştuğu iddiasıyla eleştirilecekse de- bir milat kabul edilir. Güney Afrika müziğinin Vuvuzela’dan öncesi/ötesi de var yani.

Afrika müzikal bir gökkuşağı olarak, uçsuz bucaksız ve bitimsiz bir ses evreni. Müziğin ana vatanı, bütün renkleri ruhunda taşıyan bir ritim deryası. Ritim hayatın ta kendisidir. Afrika müziğinin karakteristiği ise, doğası gereği poliritimdir. Daha anlaşılır bir dille, çoklu ritim. Farklı ölçülerdeki ritmik yapıların üst üste çalınmasıyla ortaya çıkan bu çok seslilik etnomüzikolog A. M. Jones’e göre “ritimlerin çarpışıp zıtlaşması” anlamına da geliyor. Karmaşık’ın estetiği ya da birlikte ama yalnız gibi isimlendirmeler yapmak da mümkün. Afrika’da icra edilen müziğin en ayırt edici özelliği olarak görülen ve farklılıkların birliğini hedefleyen poliritim, ortak paydası olmayan ritimleri aynı anda çaldığımızda karşımıza çıkan dönüştürücü toplamın adıdır. Zengin bir döngü, estetik bir kaos, pası silinmiş bir kulak yani özetle. 1987 yılında yayınladığı ilk solo albümü “Soro”dan beri, müziğiyle Afrika’yı odağına alan ve Afrika’nın müzikal elçisi sayılan Salif Keita bir röportajında şunları söylüyor: “Karamsar olmak için hiçbir neden yok.

Afrika çok güzel bir kıta, sadece tecrübesizlikleri olan, gelişmeye ihtiyacı olan ancak bir taraftan da güzellikleriyle, insanlarıyla ve enerjisiyle zenginliklerle dolu olan genç bir kıta. Gelecek nesiller için oldukça iyimserim.” Her şeye rağmen müziğiyle umudu kanatlandıran cümleler kuran bir müzisyen olan Keita, müzik-Afrika ilişkisinde, sesiyle dönüştürücü bir gücü temsil ediyor aslında. Müzik, Afrika’nın dünyaya söyleyeceği sözün ilk anahtarıdır. Afrika’nın müziğinden bahsedildiğinde aklımıza yalnızca (ya da ilk olarak) tam-tamların gelmesi halledilebilir bir sorun olarak karşımızda duruyor. Afrika özelinde, djembe, gün batımı, vahşi hayat, sefalet ve safariden ötesine giriş yapabilmek için sosyolojik açıdan müzik oldukça iyi bir seçenek. Salif Keita’nın, sözleriyle dikkat çeken şarkısı “Folon”dan başlayarak, Afrika dâhil.


İlgili Haberler

yurtdisi-vatandaslar
Yurtdışı Vatandaşlar

17. Avusturya Kültür Fuarı Dornbirn şehrinde düzenlendi. Avusturya’ya Göçün 60. Yılı temasıyla düzenlenen fuarda YTB Başkanı

Pazar, 05 Mayıs 2024

yurtdisi-vatandaslar
Yurtdışı Vatandaşlar

Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı (YTB) Türkiye ve Hollanda arasında 19 Ağustos 1964’te imzalanan İş Gücü Anl

Cuma, 03 Mayıs 2024

hafiza
Hafıza

1924 yılında "Agiou Titou" adıyla kiliseye çevrilen Fazıl Ahmet Paşa (Vezir) Camii , hâlen kilise olarak kullanılmaktadır. E

Perşembe, 02 Mayıs 2024