Kruvasan
Cuma, Aralık 15, 2023Çadırın önünde hilal bıyıklı adamlar vardı; başlarında yeniçeri şapkaları, ellerinde ay yıldızlı sancakla Türk oldukları kolayca anlaşılıyordu. Surlarla çevrili şehre bakıyorlardı. Yeniçeriler tepenin altındaydı. Kimisi surlara yakın, kimisiyse surlara uzak, ellerinde küreklerle yerin altını kazıyorlardı. Surun diğer tarafında önlüklü bir adam, elinde fırın küreğiyle eğilmiş yeri dinliyordu.
Soğuk havaya alışamadı. Karavanın camlarından rüzgâr incecik esiyordu. Selim’e Batı’da olduğunu hatırlatıyor, “Artık buraya alışmalısın.” diyordu. Zordu. Alışmaktan başka çaresi yoktu. Ağabeyleriyle Liège’de bir karavanda kalıyordu. Şehir merkezinden uzak, ağabeylerinin çalıştığı maden ocağına yakın bir yerdeydiler. Çevrede yaşayan Türkler onlardan ibaret değildi. Karşı karavanda Hamza amcalar, iki karavan sağda Ahmet ağabeyler, altı karavan solda Fevzi ağabeyler kalıyordu. Hepsi Selim’in ağabeyleriyle aynı madende çalışıyordu. Sabahları şehir canlanır, herkes yola koyulur. Kimi işe, kimi okula giderdi. Sabahın ilk saatlerinde Selim de iş bulmak için yola koyuldu. Ağabeyleriyle iddiaya girmişti; eğer bir hafta içinde iş bulamazsa madende çalışmak zorundaydı. İçinden “Ben maden işçisi olmak istemiyorum! Ben maden işçisi olmak istemiyorum! Ben maden işçisi olmak istemiyorum!” diye haykırıyordu. Hoş, yetersiz Fransızcasıyla iş bulması zordu. Balıkçıya sordu, manava sordu, fotoğrafçıya sordu, terziye sordu, iş yoktu. Zamanla umudu giderek tükeniyordu.
O gün rüzgâr da keşişlemeden çok sert esiyordu. Derken, rüzgârla birlikte sert bir yağmur başladı. Kıvırcık saçları ıslanmaya başladı. Çok geçmeden sırılsıklam oldu. Ayakkabıları suyla doldu. Soğuktan korunmak için cebine soktuğu ellerini, bu sefer yağmurdan korunmak için başının üstüne kaldırdı. O sırada evin anahtarı cebinden düştü. Oflayarak anahtarını aradı. Koca koca damlalar küçük anahtarı görmesini güçleştiriyordu. Buldu. Anahtarını aldı. Cebine soktu. Kuş yuvasına dönen saçını, dükkân camına yansıyan görüntüsüne bakarak düzeltti. Gözüne bir yazı takıldı. Nous sommes à la recherche d’un pour travailler en boulangerie yazıyordu. Fırında çalışacak eleman aranıyordu. Fırsatın ayağına geldiğini düşündü.
Hızla kapıyı açtı. İçeri girdi. Eski tahta rafların üzerindeki taze ekmekler hayli güzel kokuyordu. Yıpranmış tezgâhın üzerindeki hamur işleri, karnının gurultusunu duymuş olacak ki “beni ye” edasıyla tepside oturuyorlardı. İçeriyi mistik bir hava sardı. Tezgâhın arkasındaki siyah kapı açıldı. İçeriden kambur, önlüğü una bulanmış, uzun boylu, zayıf bir adam geliyordu.
“Merhaba beyefendi.”
“Merhaba. Ben… görmek… iş… cam….”
“Çalışmak mı istiyorsunuz?”
“Evet… Mümkün?”
“Pastacılık deneyiminiz var mı?”
“…”
“Pasta… Yaptınız mı?”
Elleriyle kendisini daha iyi ifade etmeye çalışıyordu. “Evet…”
“Belçikalı olmadığınız belli. Nereden geliyorsunuz?”
“Türkiye.”
“Demek Türkiye,” unlu parmaklarıyla kafasındaki üç beş saçı kaşıdı.
“Kruvasan yapmayı biliyorsunuz o zaman,” derken kaşları yukarı kalkıyor, bıyık altından gülüyordu. “Kruvasan? Bu?” Eliyle kruvasanı gösterdi. İtici bir tonla “Evet. Biliyorsunuz değil mi? Biz çok severiz. Eminim siz de seviyorsunuzdur.” dedi. Bozuntuya vermemek için “Evet, yeriz biz… sabah… Türk çayı… birlikte.” dedi Selim. “Güzel,” dedi. Selim’den sonra gelen müşteriyle ilgilenmeye başladı. “Ne yaşandı şimdi?” diye düşündü bir süre. Müşterinin gitmesiyle hemen “Çalışabilir miyim?” dedi. Fırıncı, içe çökmüş gözlerini bir süre Selim’den ayırmadı.
“Gerçekten burada çalışmak istiyor musun? Her gün kruvasan yapmak istiyor musun?”
“Neden siz söylüyor kruvasan? Ben yapmak sadece? Problem?”
“Beyefendi,” güldü. İnce, uzun parmaklarıyla karşı duvara işaret etti. Selim, duvara döndü. Karşısında muazzam bir sanat eseri vardı. Bir süre ağzı açık resme baktı. Bir süre de olayı anlamlandırmaya çalıştı. Küçük ama bir o kadar da tedirgin adımlarla resme yaklaştı. Attığı her adım onu tarihle birleştiriyordu. Selim hafifçe kafasını kaldırdı ve karşısında boyası atmış ama resme oldukça otantik bir hava katan sayılara baktı.
“1683… Bu tarihi ben nereden hatırlıyorum?” diye mırıldandı kendi kendine.
“Resmi soldan sağa takip etmenizi öneririm. Böylelikle konuya hâkim olursunuz.”
Selim bu esrarengiz hâlden oldukça sıkılmıştı. Aklı, Orta Çağ’dan kalma fırından gelen ekmek ve toz kokusundan hemen uzaklaşmak istiyordu. Ama kalbi, resimdeki bu gizemi çözmek için Selim’i çarparak uyarıyordu. Dikkatlice duvarın sol köşesine geçti. Resimle arasındaki mesafe bir toz tanesi kadar yakındı. Boyaların rengi iyice solmuş, figürler de o solgunluktan nasibini bir güzel almıştı. Etrafı surlarla çevrili bir şehir çizilmişti. Batılı oldukları bayraklarındaki haçtan belliydi. Şehrin karşı tepesine büyük, kırmızı bir çadır çizilmişti. Çadırın önünde hilal bıyıklı adamlar vardı; başlarında yeniçeri şapkaları, ellerinde ay yıldızlı sancakla Türk oldukları kolayca anlaşılıyordu. Surlarla çevrili şehre bakıyorlardı. Selim sağa bir adım attı. Yeniçeriler tepenin altındaydı. Kimisi surlara yakın, kimisiyse surlara uzak, ellerinde küreklerle yerin altını kazıyorlardı. Surun diğer tarafında önlüklü bir adam, elinde fırın küreğiyle eğilmiş yeri dinliyordu. Selim kaşlarını kaldırdı. Bir eli belinde, bir eli kafasında sağa bir adım daha attı. Resimde yerin altı, üstünden daha renkliydi; yeniçeriler kırmızıya boyanmış, gözleri büyük ve beyazdı. Önlüklü adamın elindeyse meşale vardı. Anlaşılan ortalık yangın yeriydi.
Selim soğuk soğuk terlemeye başladı. Boğazında bir yumru vardı ve yutkunamıyordu. Dizlerinin bağı neredeyse çözülecekti, ama incelenmesi gereken son bir resim kalmıştı. Zar zor sağa son bir adım daha attı. Duvarın sağ köşesi nedense resmin en bakımlı kısmıydı. Renkler daha canlı, figürler daha belirgindi. Verilen mesaj Selim için daha hüzünlü ve isyankârdı. Yerin altındaki yeniçeriler siyaha boyanmış bir şekilde yatıyorlardı. Tepenin üstündeyse kara bir bulut vardı. Şehrin üzerinde dalgalanan sarı, beyaz, turuncu ve mavi renkli kumaşlar, insana huzur veriyordu. Halk sağ elinde bir çörek, sol elinde hilalle coşkuyla dans ediyordu. Resmin köşesinde “Vienna” yazısı görünüyordu; her şey yavaş yavaş açığa çıkıyordu.
Selim kaşlarını çatarak bu fırına hiç gelmemiş olmayı diledi. Fırının eski, yeşil kapısının gıcırtısıyla beraber ortamın büyüsü bozuldu. Selim önce adamı, sonra tezgâhı uzunca süzdü. Tezgâhta resimdeki çörekler duruyordu. Adam, Selim’e bıyık altından gülümsedi. Selim içindeki fırtınayla derin bir oh çekti. Tepkisizce oradan ayrıldı. Soğuk havaya rağmen terlemeye başladı. Damlalar teninde kaynıyordu. Ellerini sıktı. Öyle sıktı ki anahtar avucunu deldi. Eli kanadı. Ama o, acıyı hissetmiyordu.
Telve'nin 10. sayısını okumak için tıklayın.Telve'nin tüm sayılarını okumak için tıklayın.