Tito’nun Karşısında Bir Çocuğun Hayali

Pazartesi, Ekim 24, 2022

Bağırarak şarkılar söylenirken, otobüs âdeta inliyordu. Sağ tarafta oturan bir çocuk, caminin önünden geçerken duvara yaslanmış, ezanın okumasını bekleyen dedesini gördü. Öyle başını çevirerek, el sallayarak veya tebessüm ederek değil tabii; sağ gözüyle, başını kıpırdatmadan sağ tarafa, dedesinin bulunduğu yöne, dedesi gözden kaybolana kadar baktı…

“Hadi çocuklar, acele edin... Geç kalacağız bu gidişle, yoksa sonra…”

 

Bir köy okulu. Avluya bir otobüs gelmiş, orada bekliyor. Belli ki, öğrenciler bir yere götürülecekler.

Öğretmenler dışarıya çıktılar, arkalarında öğrenciler; yan yana ve ikişer ikişer dizilmiş, sırasıyla otobüse biniyorlardı. Kimin kimle oturacağı önceden belirlenmiş, otobüsün arka kapısından binerken bile o şekilde giriliyordu. Çocuklar arka kapıdan, “rejimin kahramanları” öğretmenler ise, öncelikli olarak ön kapıdan girdiler ve ön koltuklarda oturdular. Kaptanın sağ tarafındaki tek koltukta ise okulun, Tito’nun başkahramanı oturacaktır. Ama otobüse girdiğinde önce arkaya bir baktı şöyle, öğretmenlere bir göz attı kontrol edercesine, ardından da öğrencileri sert bakışlarıyla etraflıca süzdü. Öğrenciler de, sessiz kalmaları gerektiğini hemencecik anladılar. Öyle öğretilmişti. Korkudan da olsa, müdürün bakışlarından öğrenciler bu şekilde anlamaları gerekiyordu. Buna da saygı denilmişti.

Sonra da, yavaşça koltuğa oturdu ve şoföre emir verdi;

“Kaptan, gidebiliriz artık.”

Şoför, “Tabii efendim, emriniz olur.” diye karşılık vererek yola koyuldu.

Köyün meydanına gelmeden, camiyi geçerken, o sırada müdür sol elini kaldırdı, herkesin göreceği şekilde işareti verdi. Öğretmenler sol notasını söylediler, arkasında da öğrenciler başladılar. Koro hâlinde, hep bir ağızdan ve tek sesmiş gibi, gür ve baskıcı tonla şarkı başladı. Öğretildiği gibi…

“Tito, üç defa kahramandır; kahraman, kahraman, kahraman…” şarkısı söyleniyordu.

Bağırarak şarkılar söylenirken, otobüs âdeta inliyordu. Sağ tarafında oturan bir çocuk, camiden geçerken, duvara yaslanmış, ezanın okumasını bekleyen dedesini gördü. Öyle başını çevirerek, el sallayarak veya tebessüm ederek değil tabii; sağ gözüyle, başını kıpırdatmadan sağ tarafa, dedesinin bulunduğu yöne, dedesi gözden kaybolana kadar baktı… Öğretmenlere belli etmeden, gizlice... Gözünden bir damla yaş düştü, yine hızlıca fark edilmeden sağ eliyle sildi o yaşı. Avuçları da terlemişti, gözyaşını silince avucunu oturduğu koltuğa hafifçe sürterek kuruttu. Çünkü giydiği takım elbise, kendine ait değildi. Okul vermişti, devletin malıydı yani. Takımlar da öyle takım elbise gibi değil, aslında küçük askeri takımlardı. Herkese giydirilmezdi, belli bazı çocuklara. Diğerlerine ise kumaş pantolon, üstüne gömlekler ve boynunda kırmızı renkten bir şal bağlarlardı. Bu programa özgü onlara ödünç verilmişti takımlar. Kirletmemeli, hele iz bırakmamalıydılar. Şarkıya ara vermeden çocuk, bütün bunlar olmuştu. Hatta dedesini gördüğünde,  o kaybolana kadar boğazını yırtarcasına daha çok bağırıyordu. Öğretmenleri o sırada baksalardı bile ona, yüzü çok sakin görünüyordu. Tebessümü dahi eksik etmedi. Ancak içindeki fırtınalarıyla bütün bu yaşadıklarına karşıydı, birikmiş acıları, şiddetli davranışlarının yansımasını zihninde yaşardı, o sırada iç dünyasında ne savaşlar yaşıyordu. Tito’dan habersiz; bir o bilirdi, bir de dedesi…

Yol boyunca, tekrar tekrar bu şarkı söylendi. Takımlar kalın kumaştan, otobüsün içi havasız ve ter içinde kalsalar da öğrenciler, şikâyet edilmeden Tito yüceltilmeliydi. Rejimin şarkıları söylenmeliydi.

Partizanlar ormanda yaşıyor / Ateş yakıyor / Ellerini ısıtıyor ve şarkı söylüyorlar / Takkelerinde kızıl yıldız taşıyorlar / Her ardıçtan uzunlar / Tüm tepelerden / Deniz ve özgürlüğü görüyorlar.1

 

***

Piyonerlerin de yer alacağı ana programın yapılacağı alana varıldı.

Bir sürü otobüs, Üsküp Meydanı’nın yakınlarında park edilmişti. Öğrenciler, okulların isimleri okunduktan sonra sırayla araçtan iniyordu. Otobüse bindikleri gibi sırasıyla yine, müdür en başında tabii, arkada öğretmenler ve öğrenciler de sırayı bozmadan takip ediyorlardı.

Her bir okulun, meydanda nerede olacakları önceden belirlenmişti. Bütün okulların öğrencileri meydandaki yerini aldı. Ayakta, hazır hâlde Tito’nun gelmesini bekliyorlardı.

Evet! Tito, belirdi. Meydana girişi bir başkaydı; üstü açık arabayla, askerî takım elbiseleri ile oturmuş bir şekilde, her iki tarafta insan seli… Memurlar, öğrenciler ve vatandaşlarla dolu yol boyunca herkese el sallıyordu. Meydana yani kürsünün bulunduğu yerde araba durdu. Tito’da en dikkat çeken şeyler ise beyaz eldivenleri, purosu ve kocaman gözlükleriydi.

Oraya gelenler okul temsilcileri, Ortodoks-Slav Makedonlar, Müslüman Arnavutlar, Müslüman Türkler, her iki inançtan karışık Romanlar, Müslüman Boşnaklar gibi çeşitli inanç ve kavimlere mensup öğrencilerden oluşuyordu. Vatandaşlar da tabii... Hepsinin farklı dini, dili ve kültürü vardı. Her biri kendi inancıyla yetiştirilmişti, konuştukları dilde rüyalarını görüyorlardı, evdeki ortamlarıyla da hayaller kurmaktan çekinmiyorlardı.

Çocuğun, yol süresince iç fırtınaları yatışmamış, kabarmıştı sanki. Çünkü program alanına geldiklerinde yan sıradaki okul çocukları, bunlara ters bakıyor ve el hareketleriyle onları tehdit ediyorlardı. Öğretmenleri duymayacak şekilde küfür bile ettiler. Aşağılanıyorlardı. Hele çocuklardan biri bunlara;

Шиптарско џубре” yani “Arnavut Çöpü” deyince, çocuk âdeta delirdi.

İşte bu sözden sonra çocuk, daha çok kızdı, öfkelendi. Ne olduysa oldu, sıradan ayrıldı, o sözü söyleyen çocuğa yaklaştı, öyle bir tokat attı ki, küfür eden çocuğun feleği şaştı. Sonra durmadı çocuk, küfür eden o çocuğu durmadan patakladı, ama tabii sessizce, etraf uyanmadan, kimsecikler duymadan dövdü bir güzelce…

En sonunda bir “ohhh be” çekti kısık ses tonuyla, rahatlamış ve tebessümü yerine gelmiş gibi tekrar sırasına geçti. Fakat bir yandan bu durumu kendine de yakıştıramamış gibiydi. Ama olsun, diyerek kendine has bir piyoner ciddiyeti ile yerine geçti. Bu yaşadıkları, dedesinin tavsiyesiydi, yaptı da kendince.

“Bazı durumlarda çocuk,  her neye ihtiyacın varsa, onu hayal et ve geciktirmeden yap, çok rahatlarsın.”

“Gerçekten mi?”

“Evet! Bende üç buçuk yıl boyunca, Partizan askeriydim. Seni görebilmek için dönmeyi çok hayal ettim, işte bak, karşındayım…”

“Hmm! Peki dede, hayal edeceğim.”

“Evet, çocuk, korkma, böyle büyüyene kadar…”

Meğerse bu pataklama işi, çocuğun kafasında yaşanmıştı. Yoksa onu gerçekte yapmış olsaydı, vay hâline; sadece çocuk değil, bütün ailesi, hatta yedi ceddi sülalesi çok ciddi sorunlar yaşayacaktı. Çocuk da bunun farkındaydı, onun için dede tavsiyesiyle bir hayal kurabildi ancak, bir tek oraya Tito yaklaşamaz ve partizanları yetişemezdi. Çocuğun hürriyeti, iç dünyasında, zihnindeki sınırları kadar ancak…

***

 Ne yazsam oku Tito’dur / Ne okusam bil Tito’dur / Ne anlatsam dinle Tito’dur / Özgürlük barış yolumuz Tito!

Programın ortalarına gelinince genelde bu marş okunurdu hep. Bitmesine az kalmıştı. Ancak çocukların yüzleri solmuş, çiseleyen mayıs yağmurunun altında saatlerce ayakta durmuşlardı. Kimse de bir şey söyleyemezdi. Çünkü Tito’dan çok korkarlardı ve de o, çok zengindi. Hele tıbbi alanda çok gelişmişti. Hasta olsalar da çocuklar, rahattılar. Ne de olsa rejim; hastaneleri, doktorları ve aşılarıyla hep hazırlıklıydı. Üstelik bedava…

Niyahet eve döndüler. İkindi sonrasıydı. O ara dedesi de geldi, camiden…

“Oğlum, sırılsıklam olmuşsun, hasta olacaksın.”

“Ben Tito’nun bir piyoneriyim anne, ne üşümesi, sıcak bile geliyor.”

“Gel, odaya geç, geliyorum.”

“Anne, karnım ağrıyor…”

“Aman Allah’ım, senin ateşin varmış, yanıyorsun evlâdım.”

“Ne! Anne! Ha!”

“Onun için sana sıcak geliyor. Uzan sen,  geliyorum.”

Uyuyakaldı. Çocuk ateşlenmişti. Bronşiti de vardı. Hayli hastalanmıştı. Babası aldı kucağına,  hastanenin aciline götürdü. Penisilin iğnesi yaptılar. Ayrıca da, yedi gün boyunca yedi iğne daha olacaktı. Hem de bedava üstelik…

Baba üzgün, kızgın ve öfkeliydi. Oğlu, Lada markalı mavi renkli arabanın arka koltuğunda uzanmış, yatıyordu. Bilinci yerinde, hasta hâliyle yine hayal kurmaya başlamıştı. Babasına seslenerek;

“Baba! Tito bizi sever mi?”

“Tabii ki sever oğlum, sever. Ancak şey, yalnızca hayal kurarsak sever bizi...”

“Hmm! Mesela bugünkü gibi mi?”

“Ne gibi, ne oldu yani, bir şey mi yaptın?”

“Evet baba, kızma bana. Ben, ben… Ben bir çocuğu çok kötü dövdüm.”

“Ne diyorsun oğlum!?”

“Ama bizi çok kötü aşağıladı Baba! Tutamadım kendimi dövdüm onu…”

“Ne yapmışsın, aman Allah’ım?”

“Korkma baba, dur! Dövdüğüm doğrudur. Ama hayalimde yani, he!”

“He!”

Babasının yüzünde bir tebessüm belirdi. Oğlu gibi, mutlu ve umutla tebessüm etti. Sonra, bu hayalî anlatımın gerçekleşmemesi için ona birkaç nasihatte bulunma gereği duydu. Söz konusu oğlunun geleceğiydi, kendisinin de tabii. Bir hiç uğruna zayi olmasını engellemeliydi.

Şarkı sözlerinde ki gibi, görünürde rejimin sloganı olan “birlik ve kardeşlik içinde” yaşarlardı. Her yeni insanla, sanki “gel tanış olalım” dercesine tanışırlardı fakat tanıştıktan sonra da yaşadıklarına anlam katmak için rejimin şarkılarına tutunmaları emredilirdi. Tito’yu yücelten sözleriyle ortamlarda tutunmaya çalışmaları gerekirdi. Sokakta veya meydanlarda, hele devlet kurumlarında, sadece içeride oldukları süre zarfında değil, vatandaşın işi düşer ve herhangi bir devlet kurumun önünden geçerse bile, vatandaş bu slogana hazırdı. Öyle de geçerdi oradan… Bunda bir oyun vardı; diğer bir deyişle, vatandaşın dışarıdaki kamu alanında tek bir ip geçerliydi, o ipte ya cambazlık yapacak yahut o iple asılacaktı. Seçim yapma hakkı verilirdi de; “ya böyle yaşayacaksın ya da git öl” der gibi…

Bayrağımız altında / Biz şen piyonerleriz / Okur, şarkı söyleriz /  Hür ve mesut yaşarız / Bugünün çalışkanı / Yarın sınır kahramanı / Tito’nun askerleri / Biziz vatan çocukları2

Yaz tatiline çıkmaya bir gün kala, bu marş eşliğinde o yıla veda ediliyordu.

Sözleri etkileyiciydi. Çocuklar da buna coşardılar. Neşeleri yerine gelirdi, sonuçta şarkı bu, onlar için keyif vericiydi. Kendilerini en rahat, en hür hissettikleri ve kocaman gülüştükleri nadir zamanlardandı, okulun son günleri. Hayal kurmak da serbestti; ne Tito görürdü, ne partizanlar duyardı, ne de müdür hissederdi. Hiç kimse bilmezdi. Bilemezlerdi de.

Nitekim de şarkı sözlerinden olsa gerek, çocuk o sırada hayallere daldı. Gece gördüğü rüyalar, gün içindeki hayaller, şarkı söylerkenki hülyalar…

Ne düşler bu çocuk böyle, ne!

Hürriyetin dibini yaşardı o sırada. Kahkahalı gülüşü ile hayattan öcünü alırdı sanki. Hele ruhunun çıtası yükselince, dudaklarını kıpırdatmadan mutlaka, zihninde tabii, vücudundaki tüm hücreleriyle birlikte koro hâlinde, müdüre sitem edercesine, partizanlara karşı askeri duruş sergiler gibi, Tito’ya da parmak sallayarak tehdit ederdi. Korkmadan Tito’nun karşısına çıkmış ve “Bir gün Tito, işte o gün, bizimdir!” dedi. Haykırarak dedesinin hesabını sordu, babasına yapılan zalimliği sordu, hem de defalarca…

Çocuk! Yaz tatiline böyle girdi. Rüyalarla. Hülyalarla.

O günü düşleyerek…


İlgili Haberler

kardes-topluluklar
Kardeş Topluluklar

YTB Başkanı Abdullah Eren Irak’ta gerçekleştirilen nüfus sayımına ilişkin önemli açıklamalarda bulundu. Eren, Kerkük’ün demog

Cuma, 22 Kasım 2024

her-boydan
Her Boydan

Nijeryalı uluslararası öğrencimiz Ali Fahd'dan bir şiir: "Çayın Özü"

Cuma, 22 Kasım 2024

telve
Telve

Dilara Gündüz’ün “Avusturya Göçü’nün 60. Yılı” sergisi, sadece fotoğraflarla değil, aynı zamanda derin insan hikâyeleriyle de

Perşembe, 21 Kasım 2024